Kanser nedir nasıl tedavi edilir?

Birçoğumuzun bildiği gibi,kanserle savaş için akıl almayacak ölçüde paralar harcanmaktadır.Başta tıp olmak suretiyle, tüm bilim dallarında kansere karşı koruyucu, kanserden kurtarıcı çareler bulmak için araştırmalar yapılmaktadır.

Basit ve kısa bir tanımlama gerek görülürse, “kanser” insan sağlığını, insan hayatını tehdit eden, karanlık bir bulut gibi gölgeleyen en büyük tehlikedir.

Konunun çok detaylı olması sebebiyle.burada kanseri genel çizgiler niteliğinde açıklayacağız. Bu kadarı bile kanserin nice tehlikeli,öldürücü olduğuna dair fikir edinmeniz için yetecektir sanıyoruz.

Kanser, vücutta genel ve normal büyüme (gelişme) düzeninden sapan, bu düzeni izlemeyen devamlı bir gelişme halidir. Kanseri meydana getiren hücreler, bedenin çeşitli kısımlarında ,kanserin başladığı yerden çok uzaklaşacak biçimde yayılmış olabilirler. Bunu engellemek, kanseri başladığı noktada yok etmeğe, oradan almaya bağlıdır. Aksi takdirde ,kanser insanı ölüme götürecektir.

Vücuttaki hücreler devamlı olarak gelişirler.Yıpranıp yok olduklarında,bunların yerini aynı türden yeni hücreler alır. Fakat kanserli hücreler bedenin normal hücrelerinden farklı görünüşte olup,fonksiyonları,eylemleri de farklıdır.

Başladıkları, oluştukları yerde, bedenin o kısmındaki yeni, genç hücreler gibi görülebilirler. Ancak, mikroskop altında bakıldıkları zaman hemen tanınacaklardır.

Kanser hücreleri bölünüp sayıca çoğalırlarken,bütün büyüme haline gelmez, üremeyi durdurmazlar. Aksine genç hücreler olarak kalır,zararlı (habis) hale gelinceye kadar çoğalmağa devam ederler.Büyüyen kanser hücreleri bir noktada kalmayacak,ayrılacak,normal hücreler arasında yayılacaktır. Zamanla öylesine artarlar ki,bedenin bu kesimindeki normal hücreler devamlı çalışma, hatta hayatta kalma olanağını kaybederler. Kana geçen kanser hücreleri, bedenin daha uzak kesimlerine de taşınır. Orada,normal hücrelerin eylemlerini durduracak, onların hayatiyetine son verecek bir oranla,kitleleşmecesine çoğalır,büyürler.

Kanserin yayılması, hiç değilse gelişmesi önlenemedikçe, hastanın ölümü kaçınılmaz bir sonuçtur. Vaktinde ve gecikmeksizin kontrolden geçmenin, derli toplu zaman aralarıyla hekim muayenesinin önemi bu yüzden çok büyüktür.

Kanser temkatiyen insandan insana geçmez.Bilindiği kadarıyla da bulaşıcı değildir ve bugüne bugün, kansere karşı koruyucu, net tedavi niteliğinde herhangi bir ilaç bulunmuş sayılamaz.

Her şey, kanser denilen korkunç illetin tabiatını ve gerçek nedenini tam anlamıyla öğrenmeğe ,bunlardan temellenen koruyucu, önleyici tedbirler,çareler uygulamağa bağlıdır.

Daha Fazla Oku

Cilt Lekeleri İçin Bitkisel Çözümler

Cilt lekeleri için yapılabilecekler

Cilt problemleri her yaştan her insan için problem oluşturabilecek bir rahatsızlık tipidir. Vücuttaki diğer bir sağlık sorununden kaynaklanabilen, yeterli derecede su alınmadığı için problem yaşayabilen, kullanılan kozmetik ürünlerinden veya kremlerden kaynaklı tahriş olabilen, yanlış tedavi sonucu akne ve kuruluk sorunsı yaşanabilen birçok cilt soruni vardır. Bu tip sorunlerle savaşmak adına atılabilecek en basit adım, mutfağımızda her zaman bulunan malzemelerde doğal bir tedavi kürü hazırlayıp cildimize uygulamaktır. Yiyeceklerimizin içerisinde kullandığımız veya ana yemeklerimizin yanısıra ek malzeme olarak kullandığımız yoğurt, soğan, limon, karbonat gibi birçok ürünle doğal maskeler yaratabilmemiz mümkün olabilir. Bu ürünler hem cildimizin parlaklığını arttırır, hem kuruluğunu giderir, hem iltihap veya yara gibi oluşumlar olduysa onların tedavi sürecine yardım eder ve ya normal cilt için bakım ürünü olarak bile bu maskeler hazırlanabilmektedir. İşte cilt problemleri için ve cilt lekeleri için hazırlanacak maskelerden bazıları şunlardır;

Cilt lekeleri için yapılabilecek karbonat maskesi tarifi

Malzemeler

1 yemek kaşığı miktarında yoğurt

1 yemek kaşığı miktarında saf karbonat

cilt-lekeleri-icin-dogal-cozumler

Hazırlanışı

Elinizdeki iki malzemeyi bir kabın içerisinde iyice karıştırın. Karıştırdığınız malzemede yoğurt ve karbonata dikkat ederek, karbonatın tamamıyla eriyik bir şekilde kalıp kalmadığına dikkat edin. Eğer ki karbonat tamamıyla erimemişse karıştırmaya devam edin. Çünkü karbonatın içeriği bazı ciltleri olumsuz yönde etkileyerek bir takım soyulmalara ve tahriş durumlarına neden olabilmektedir. Daha sonra elinizde hazır bulunan bu karışımı maske biçiminde cildinize ve bilhassa lekelenmelerin oluştuğu noktalara sürün. Eğer normal şartlarda cildiniz titiz ve çoğu şeye tepki gösteren bir yapıdaysa, hazırladığınız bu maskeyi en çok 3 dakikalık bir süreçle yüzünüzde tutmalısınız. Normal bir cilt yapısına sahipseniz biraz daha uzun bir sürede maskeyi yüzünüzde tutup daha sonra ılık suyla yıkamanız yeterlidir.

Cilt lekeleri için hazırlanabilecek domates maskesi tarifi

Malzemeler

 1 çay kaşığı miktarında limon suyu

1 adet orta boy domates

1 yemek kaşığı miktarında yulaf ezmesi

Hazırlanışı

Elinizdeki domatesi küp küp doğrayınız. Daha sonra yulaf kepeğini ve yoğurdu blender’a ekleyerek doğradığınız domatesleri de malzemenin üzerine ekleyerek iyice birbirine karışmasını sağlayacak kadar blendar’dan geçiriniz. Karıştırma prosedürü bittikten sonra hazırladığınız karışımı sabah ve de akşam olmak suretiyle günde 2 kere cildinizdeki problemlu lekelerin üzerine sürünüz. 10 dakikalık bir süreçle bekledikten sonra maskeyi ılık suyla durulayınız.

Cilt problemleri için sirke ve limon maskesi tarifi

Malzemeler

1 çay kaşığı miktarında su

1 çay kaşığı miktarında üzüm sirkesi

1 çay kaşığı miktarında limon suyu

Hazırlanışı

Tüm malzemeleri karıştırıp, elinizdeki malzeme bitene kadar sabah ve de akşam günde 2 kez olmak suretiyle cildinize uygulayıp, çok fazla bekletmeden ılık suyla durulayınız.

Cilt lekeleri için elma sirkesi maskesi tarifi

Malzemeler

3 veya 4 çorba kaşığı miktarında elma sirkesi

2 yemek kaşığı miktarında su

Hazırlanışı

Elinizdeki malzemeleri bir kabın içerisinde karıştırdıktan sonra bir makyaj pamuğu sayesinde cildinizdeki rahatsız edici lekelerin üzerine sürebilirsiniz. En fazla 20 dakika bekledikten sonra yüzünüzü ılık suyla yıkamanız yeterli olacaktır. Eğer cildiniz bu tip karışımlara olumsuz tepki göstermiyor ise cildinizde bu maskeyi geceden sabaha kadar tutabilmeniz de mümkün olabilir.

Cilt lekelerine hindistan ceviziyle yapılan maske tarifi

Malzemeler

1 çorba kaşığı miktarında hindistan cevizi yağı

3 damla miktarında limon yağı

5 damla miktarında papatya yağı

5 damla miktarında susam yağı

Hazırlanışı

Öncelikle elinizdeki hindistan cevizi yağını kısık ateşte pişirmeye başlayarak eritmelisiniz. Ardından eriyik halde bulunan yağın üzerine limon yağını, susam yağını ve papatya yağını da ilave ederek iyice karıştırın. Hazırladığınız malzeme tükenene kadar, sabah ve de akşam günde 2 kez olmak suretiyle yüzünüze masaj yaparak cildinizdeki lekeli bölgelere bu malzemeyi uygulayabilirsiniz.

Daha Fazla Oku

Reflüye Ne İyi Gelir ?

Reflü nedir?

En sık rastlanan ve bilhassa yaşadığımız ülkede de birçok bireyde süreğenleşen hastalıklardan biri olan reflü, bir mide hastalığıdır. Midenin içerisinde bulunan asidin normal şartlardan daha çok üretilmesinden sonra reflü ortaya çıkmaktadır. Bu asidin artması yenilen yiyecek ve içeceklerin türüne bağlıdır. Mide asidini arttıran yağlı, asitli ve kafeinli yiyecek ve içecekler çok fazla tüketildiğinde midenin içindeki asit artar ve hatta bu zararlı gıdaların sık sık tüketilmesi mideyle yemek borusu arasındaki kapakçığın fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlayan “özofagus” adlı kasın fonksiyonelliğini azaltarak bu asidin mide dışına çıkmasına neden olur. Bu tip durumlar ciddi rahatsızlıklara ve hatta yemek borusunda zaman geçtikçe kanser tehlinete dahi yol açabilmektedir. Reflü hastalığı çeken bir insanın günlük hayatında konuşması, rahat pozisyonlarda oturması, rahat yemek yemesi veya ahenkası çok da mümkün olmamaktır. Hem yanma hem de ağrı birleştikçe sağlık açısından zor anlar geçirilebilmektedir.

Reflüyü tetikleyen nedenler

Yağlı gıdalar : Midenin en zor sindirebildiği gıdalar yağlı gıdalardır. Mide, vücuda giren yağlı besinleri sindirebilmek için daha çok mide asidi üretir. Bu durum da esasen yorucu bir maratonda olan midenin bir de reflüyle uğraşmasına neden olmaktadır. Bu yüzden mümkün olduğunca kızartma tekniğiyle pişirilmiş birçok gıdadan, atıştırmalıktan ve konserve yiyeceklerden uzak durmamız gereklidir.

Baharatlar : Yediğiniz yemeklere katılan birçok baharat, midemizdeki asidin artmasına ve rahatsızlık geçirmemize neden olabilir.

Acı yiyecekler : Yiyeceğimiz bütün acı aRomalı yiyecekler, baharatlar vasıtası ile acı olmasını sağladığımız yiyecekler midede reflü histerilerini tetiklemektedir.

Soğan ve sarımsak : Soğan ve sarımsak gibi bitkiler her hastada olmasa da bazı reflü hastalarında reflünün başlamasını tetiklemektedir. Çünkü bu iki gıdanın içeriği midede reflüye bağlı mide ekşimelerine yol açabilmektedir.

Domates : Domates, her ne kadar diğer sağlık koşulları için çok fayda sağlayan bir besin çeşidi olsa da içerisinde bulunan yüksek asit miktarı vasıtası ile midedeyken reflünün başlamasına yol açabilir. Bu yüzden reflü hastalığı bulunanların domates, ketçap, salça ve domatesten üretilen birçok ürünü tüketmekten kaçınmaları gereklidir.

Nane : Nanenin reflü için yarattığı en büyük zarar, mideyle yemek borusu arasındaki kasın gevşeyerek asidin yanlış yerlere gitmesine neden olmasıdır. Yemek borusuna geçen asit, burada ağrı yapıcı ve yanma hissedilen durumlara neden olabilir. Mümkün mertebe nane içeren sakız, yiyecek, çay, şeker veya nanenin doğrudan kendisi tüketilmemelidir.

Başlıca saydığımız bu ürünlerin haricinde mısır cipsi, patates cipsi, çikolata, dondurma, kızartma olarak pişirilmiş birçok gıda, yağlı et ve kıyma, bütün gazlı içecekler, çay, süt, muzlu süt, portakal suyu, limon suyu, kızılcık suyu, portakal, greyfurt, limon, domates suyu, domates, şarap, likör, bira ve bütün pastane ürünler de reflü ataklarını tetikleyecek yiyeceklerdir.

Reflüye iyi gelen yiyecekler nelerdir?

Lif içeren gıdalar : Bir bireyin lif içeren gıdalarla beslenmesi, midesindeki mide salgısının ve asidinin çoğalmasını engelleyerek mide ortamını sakinleştirir. En basit lif elde edilebilecek gıdalar muz, armut, çilek, elma, kavun, şeftali gibi meyveler, lif içeren sebzeler, yulaf ezmesi, esmer pirinç, bazı makarnalar ve tam tahıllı olarak adlandırılan gıdalardır.

Sebzeler : Domates haricindeki bütün sebzeler reflü hastalarının tüketebilmesi için makuldur. Lahana, brokoli gibi içerisinde bol miktarda omega-3 bulunan sebzelerin tüketilmesi, reflü hastalarının midelerinde bu omega-3 içeriklerinin asitlenmeye ve salgının fazlalaşmasına engel olabilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu sebzelerin tüketilirken herhangi bir yağla pişirilme prosedürüne maruz bırakılmamasıdır. Mümkün olduğunca salata biçiminde veya diğer ana yemeklerin yanısıra garnitür biçiminde tüketilmelidir.

Reflüye iyi gelecek diğer gıdaları kısa bir liste durumunda sıralamamız gerek görülürse; patatesi fırınlayarak veya haşlayarak yemek, havuç ve fasulyeyi fırınlayarak veya haşlayarak yemek, yağsız kıyma veya yağsız tavuk eti yemek, fırında veya buğulama biçiminde balık yemek, beyaz peynir, krem peynir, soya peyniri, kepekli ekmek, ekmek, mısır ekmeği, beyaz pirinç ve yumurta akı da yemek reflü hastalığımıza iyi gelecek yiyeceklerdir.

Daha Fazla Oku

Demir Eksikliği Belirtileri Nelerdir ?

Demir eksikliği nedir?

Vücudumuzdaki alyuvarların bedenin geneline oksijen taşıması görevine yardım eden demir, vücutta kendi kendine üretilemeyen bir mineraldir. Beslendiğimiz gıdalar yoluyla aldığımız demir ağırlıklı olarak et ürünlerinde, yumurtada, pekmez ve soya fasulyesi gibi ürünlerde bol miktarda bulunmaktadır. Metabolizmamızdaki demir içeriği, aşağı yukarı olarak yüzde yetmiş üçlük bir miktarda hemoglobinimizde bulunmaktadır. Hemosiderin ve ferritin denilen moleküllerimizin içinde en az yüzde on iki, en çok yüzde on yedi oranında bulunan demir, yüzde on beşlik bir oranda da myoglobimizde yer alıp vücutta kas hücrelerinin içinde oksijen deposu olarak fonksiyon yaparlar. Bünyede demir eksikliği, sahip olunan demir depolarının boşalması sonucunda oluşur ve bir önceki cümlede bahsetiğimiz hemoglobin, myoglobin gibi enzimlerin de git gide azalmasıyla kusur daha da çok hissedilir. Demirin sinir hücrelerimizin arasındaki iletişimde yer alması bundan dolayı demir eksikliği yaşandığında sinir hücreleri arasında irtibatsızlık yaşanır ve bu beyindeki bazı demir eksikliğine karşı titiziyet içeren bölgeleri olumsuz olarak etkilemektedir. Demirin vücudumuzda kırmızı kan hücreleri vasıtası ile gezinti durumundadir. Bu dolaşım durumu 3 ay veya 4 aylık süreçleri kapsamaktadır. Bu süreçler sonucunda eskiyen kırmızı kan hücreleri vücuttan atılır. Bu süreçlerde bu yolla dolaşıma yardım eden tek enzim demirdir. Çünkü hücre yapısında demir olmadığı taktirde, kan oksijen taşınımını gerekli olduğu şekilde gerçekleştirememektedir. Vücuda alınan demir metnin başında bahsetmiş olduğumuz gibi birçok gıdadan elde edildiği gibi biraz eksikliği yaşandığı takdirde hücreler, eski fonksiyonlarını yitirmiş kırmızı kan hücrelerindeki demiri alıp yenidendan kullanmaktadırlar. Araştırmalar neticesinde Dr. Elson Haas; vücudumuzda her 1 dakikada 15 milyon tane kırmızı kan hücresi üretildiğini ve normal kan dolaşımı rutininde bu dolaşımın içerisinde 20 trilyon kadar kırmızı kan hücresinin gezindiğini söylemiştir.

Demir eksikliği belirtileri nelerdir?

Nefes darlığı yaşama : Eğer metabolizmanızda demir eksikliği problemu varsa, çok sık ve çok derin nefes alsanız dahi bedeninuza alınan oksijen miktarı yeterli olmayacağı için kendinizi nefessiz hisseder ve sürekli derin derin soluklanma ihtiyacı hissedersiniz. Demir eksikliğinin nefes alış verişlerinizi etkilemesi, normal hayatta rahatça yapabildiğiniz rutinleri (örnek olarak belirli bir mesafeyi yürümek ve merdiven çıkmak gibi) yaparken zorlanmanız ve nefessiz kalmanız biçiminde kendini göstermiştir.

Halsizlik yaşama : Bir önceki nedene bağlı olarak demir eksikliğinden kaynaklı halsizlikler yaşanmaktadır. Çünkü nefes darlığından kaynaklı oksijen eksikliği yaşandığında, vücut ihtiyacı olan enerjiyi üretemediğinden kaynaklı bir takım halsizlikler yaşamaktadır. Bunun en belirgin özelliği günlük yaşamda (o durumun yaşanmasına diğer hastalığın neden olmaması kaydıyla) halsizlik, yorgunluk, bitkinlik vb. durumların sık sık gözlemlenmesidir.

Saç dökülmesi : Demir eksikliği yaşandıktan sonra bu durum şayet ki demir eksikliği anemisi hastalığına dönüşürse, kesinlikle saçlar dökülecektir. Bu hastalık doğrultusunda yine insan metabolizmasında oksijen dolaşımının azalmasından kaynaklı, saç köklerindeki çok da hayati görevi olmayan demirin diğer hayati özelliklerde bulunan hücrelere aktarılması doğrultusunda saçlar kök canlılığını kaybederek dökülmeye başlamaktadırlar.

Yenilemeyecek şeyleri yeme talebinin oluşması : Bu hastalık “Pika” ismiyle adlandırılmaktadır ve içerik olarak insanların besin zincirinde var olmayan anormal ürünlere karşı duyulan iştah artması ve engellenemez yeme talebi anlamına gelmektedir. Durum genel olarak çocuk yaştaki kişilerde görülmektedir. Bu durum vücutta demir eksikliği ve diğer enzim kusurlerinden meydana gelse de bazen psikolojik rahatsızlıklardan kaynaklı da Pika hastalığı oluşabilmektedir. Bu durumla karşılaşan bireylerin net ve net durumu anlayabilmek için bir uzman hekimla görüşmeleri daha yerinde bir karar olacaktır.

Konsantrasyon sorunları : Demir minerali eksikliği yaşandığında hücreler arası sinirsel etkileşim otomatikman zayıflayacağı için (zira bu iletişim demir vasıtası ile gerçekleştirilmektedir) bu durum konsantrasyon sorunları ve bellekda zayıflıklar meydana getirebilmektedir. Konsantre olamayan kişi ne iş yaşamında, ne sosyal hayatında ne de özel hayatında tam bir ilgi – alaka performansı gösteremeyebilir.

Cilt renginde solma : Kırmızı kan hücrelerinin olması gereken sayının altına düşme halinde cilt rengine açıklıklar ve daha çoğunlukla solmalar meydana gelmektedir. Diş etlerinin kendi kırmızı rengi, dudakların rengi ve ağızın iç bölgesinin rengi kendi renginden daha soluklaşmaya başlayabilmektedir.

Kalp çarpıntısı yaşama : Belirli Aralıklarla sıklaşarak yaşanmaya başlayan kalp çarpıntıları, vücutta demir eksikliğinin yaşandığına en büyük işaretlerden biri olabilmektedir. Çünkü demir eksikliği sonrasında hücrelerde yaşanan oksijen ihtiyacı sorunsı doğal olarak kalp dokularında da yaşanır ve kalp de bu eksikliği kapatabilmek adına normal rutininden daha fazla ve hızlı çalışma ihtiyacı hissetmektedir.

Demir eksikliği nasıl tedavi edilir?

Bir bireyin demir eksikliğinin yaşadığının net teşhisi, kendisine bir takım testler uygulayan uzman doktor tarafından belirlenmektedir. Bu saptamadan sonra bu durumun yaşanmasına neden ana kaynağın ne olduğu incelenir ve bu duruma özel olarak bir tedavi aşamasına girilir. Demir eksikliğinde en fazla kullanılan tedavi tekniği, damardan uygulanabilecek sıvı demir içeriği enjektesi ve ağız yoluyla alınabilecek demir takviyeleridir. Ancak damar içi tedavisi uygulanan hastalar hastalığın genel seyrinden bir kaç adım ötede olan, şiddetli kanamalar yaşayan ve eritropoitein hastalığı tedavisi gören hastalar için daha sık sık kullanılmaktadır. Bu teknik ağız yoluyla alınan tablet tedavisinden daha kısa sürelerde sonuç vermektedir. Kandaki hemoglobin düzeyinin olması gereken seviyeye gelmesi ve demir eksikliği probleminun ortadan kalkması için 150 miligram veya 200 miligramlık demir içeriklerinin 6 haftalık bir süreç içerisinde kullanılması gereklidir. Bu seviye normal hale getirildikten sonra da 6 ay boyunca 80 miligram ile 100 miligram arasında değişen demir içerikleri kullanılarak tedavi tamamıyla sonlandırılabilmektedir. Bu ürünlerin dışında doğal şeklinde de karşılanabilen demir içeriği; kırmızı et, beyaz et, süt ve süt ürünleri, çoğu sebze ve bilhassa C vitamini içeren meyvelerle beslenildiğinde karşılanabilmektedir.

Daha Fazla Oku

Dil Ülseri Nedenleri ve Tedavisi

Dil ülseri nedir?

Halk arasında daha fazla “aft” veya “uçuk” olarak isimlendirilen dil ülseri, tıbbi şeklinde de “aftöz ülser” olarak adlandırılmaktadır. Kendini belirli etme biçimi dil üzerinde çıkan beyaz veya sarı iltihap birikintisi tarzı noktalanmalardır. Genelde bu renklerde görülen ülserlerin gittikçe pembemsi bir renge sahip olmaya başlayanları kanamalı iltihaplar yapabilmektedir. Ağızda en fazla dil üzerinde, dil kenarında ve dil altında görülen bu yaralar; bunun haricinde yanak içlerinde veya damakta da oluşabilmektedir. Bazen bir tek yara olarak kendini gösteren ülserler, bazen da çok sayıda yara olarak yan yana çıkabilmektedirler. En sık ağız bakımına dikkat etmeyen kişilerde ortaya çıkan dil ülseri, kendisine çok dikkat edilmediği taktirde ağız kanserine kadar çok ciddi problemler meydana getirebilmektedir. Boyutları 1 santimden bile ufak olan bu ülserler, daha büyük ve geniş boyutlarda da meydana gelebilirler yalnız boyut olarak büyüdükçe daha tehlikeli hale gelmeleri gibi bir durum yoktur. Zaten bu yaraların çoğu kısa bir süre içerisinde kendiliğinden iyileşmektedir, dikkat edilmesi gereken ülserler sürekli yenidenlayan ve aynı sorunları yaşamanıza neden olan ülser yaralarıdır. Bu tip durumlarda kesinlikle bir hekime başvurmanız ve bu yaraların altında yatan asıl nedenini öğrenmeniz gereklidir.

Dil ülseri nedenleri

Yetersiz yapılan ağız bakımı : Dil ülserine neden olan en önemli nedendir. Dilinizin ülserin çıkmadan kısa bir süre daha önceden yara alması, yaranın ağzın içerisinde iyileşme sürecinde ülserin oluşması için makul bir ortam yaratabilmektedir. Bunun dışında hata sonucu dilinizi ısırmanız da aynı etkiyi yaratacaktır. Çünkü dilde bulunan herhangi bir yara, dişlerin temizlenmemesi ve diş etlerinin temizlenmemesi; ülseri oluşturacak mikropların ve bakterilerin ağız içinde gayet rahat bir biçimde yara yapabilmesine makul ortam sağlayacaktır.

Ağız kanseri : Eğer ağzınızda çıkan ülserler uzun zaman içinder geçse de iyileşmiyor, yaralar gittikçe büyüyor ve artık yeme – içme özgürlüğünüzü dahi elinizden alıyorsa o durumda diğer bir hastalıktan söz edebilmek mümkün olabilir. Ağız içinde bu tip yaraların zaman içerisinde sertleşmesi, kabuğumsu bir hal alması dil kanserinin habercisi olabilir. Eğer sizde de bir dil kanseri durumu mevcutsa, ülserle beraber bedeninuzda ciddi kırgınlıklar hissetme, ateşinizin çıkması ve lenf düğümlerinin şişmesi gibi durumlarla karşı karşıya kalmanız mümkün olabilir.

Pamukçuk yaralarının olması : Dil ülserini en fazla tetikleyen durumlardan biri de pamukçuk yaralarıdır.  Ağızda oluşan kesikler, gerilimli olma durumu, besinlerin içerdiği folik asidin ve B-12 vitamininin fazlalığı, demir eksikliği ve hormonsal değişiklikler gibi faktörler pamukçuk yaralarının oluşmasına neden olan faktörlerdir.

Enfeksiyon durumları : Ağızda oluşan bu tip enfeksiyonlar, bazı durumlarda dil üzerinde bazı durumlarda de ağızın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkabilirler. Ve bu enfeksiyonlanmaların sonucunda dil ülseri meydana gelmektedir. Dil ülserine en fazla neden olan enfeksiyonlar; maya enfeksiyonu, gingivostomatit enfeksiyonu, pamukçuk enfeksiyonu, bağışıklık sisteminin bozulmasına faktör olan enfeksiyonlar, oral liken planus enfeksiyonu, bakteriyel enfeksiyonlar, viral enfeksiyonlar ve herpes simplex virüsüdür.

En çok görülen bu nedenlerin haricinde dil ülserini meydana getiren diğer nedenler ise şunlardır;

Vücutta hormonsal olarak dengesizliklerin oluşması

Genetik olarak sahip olunan özellikler

Uyku halinde kusurler yaşanması

Duygusal olarak gerilim içerisinde bulunma

Bir anda kilo kaybetmeye başlama

Herhangi bir gıdaya alerji durumu

Viral denilebilecek enfeksiyonlar geçirme

Bağışıklık sisteminin sağlığında geçici düşüşler

İçeriğinde “sodyum lauril sülfat” bulunan diş macunlarından kullanma

Turunçgiller familyasından bir besinle beslenme sırasında dilin reaksiyonme göstermesi

Kadınların sorunlı menstrual dönemler geçirmesi

Dil ülseri tedavisi

Dil ülserinden kaynaklanan ağrı durumunu ve tahriş durumunu engellemek için alınabilecek en kolay önlemler aşağıdakiler gibidir;

Dildeki veya ağızdaki ülser yasasının üzerine bal sürebilirsiniz.

Dildeki veya ağızdaki ülser yarasının üzerine hindistan cevizi yağı sürebilirsiniz.

Taze muz veya yeşil elma tüketildiğinde ülserin yok edilmesine yardımcı olmuş olursunuz.

Biraz acı verici bir teknik olsa da ülser yasası olan kişinin ağzında tuzlu su çalkalaması, iyileşme süreci için etkili bir teknik olabilir.

Ülser yaralarının bağışıklık sisteminin güçsüzlüğünden de meydana gelebildiğini göz önünde bulundurursak bağışıklığımızı güçlendirmek adına bol bol C vitamini içeren yiyeceklerle ve yoğurtla beslenmek doğru bir hareket olacaktır.

Daha Fazla Oku

Reflünün Zararları Nelerdir ?

Reflü nedir?

Reflü, zaten ciddi bir mide hastalığıdır. Reflü hastalığının nasıl gerçekleştiğini şöyle açıklayabiliriz; yediğimiz yiyecekler yemek borusunun sayesinde mideye iner. Burada yemek borusuyla midenin bağlantı kurduğu yerdeki kapakçıkta bir takım aralanma problemlerinın olması ve midenin içerisinde bulunan suyun ve asidin yukarı doğru çıkıp yemek borusuna kaçması reflü hastalığını oluşturur. Reflü hastalığına sahip olan kişilerde hastalığın uzun süre devam etmesi durumunda midenin bünyesindeki asitli yapı, yemek borusuyla sürekli temas durumunda olacağından yemek borusunda tahriş olma durumları başlar. Eğer yemek yediğiniz öğünlerden sonra ağzınıza acı bir tat geliyorsa sizde de reflü problemu bulunuyor demektir. Bazı durumlarda kapakçığın haricinde midedeki asitli sıvının oranının artmasıyla asidin kendi kendine yukarıya çıkması durumu da yaşanabilmektedir. Böylelikle yine reflü hastalığının tipik sorunları görülebilmektedir. Dünya geneline bakıldığında çok yaygın hastalıklardan biri olan reflü, bilhassa bizim ülkemizde de beslenme alışkanlıklarından ve mideye zararlı çoğu besinin ve maddenin sık sık kullanılmasından sık sık görülen hastalıklardan biri niteliğindedir. Oran olarak verilmesi gerek görülürse, Türkiye’de her 5 erişkin kişiden birinde reflü hastalığı ortaya çıkmaktadır.

Reflünün zararları nelerdir?

Reflünün insan metabolizmasına verdiği başlıca zararları şöyle belirtebiliriz;

Yemek borusunda daralmaların meydana gelmesi

Barrett özofagusu

Yemek borusunda iltihaplanmaların meydana gelmesi

Boğaz bölgesinde, dişlere ve ciğerlere bağlantılı olan solunum yolunda hasarların meydana gelmesi

Bu saydığımız zararların bilhassa ileriki yaşlardaki bireylerde meydana gelmesi, normal etkilerinden daha ağır etkiler meydana gelmesine neden olabilmektedir. Yaş aralığı yüksek olan kişilerde yemek borusundaki iltihaplanmalar daha ileri boyutlara taşınabilmekte veya kas yapısının fonksiyon kabiliyetini yavaş yavaş yitirip fonksiyonsuzlaşmaya başlaması gibi zor durumlarla karşı karşıya kalınma durumu artabilmektedir.

Yemek borusunda daralmaların meydana gelmesi : Reflü hastalığı yüzünden artık iyice yıpranmış durumda olan yemek borularında, zaman içerisinde bir takım daralmalar meydana gelebilmektedir. Bunun sonucunda da kişi yutkunmakta güçlük çeker. Ancak bazen bu daralmaların yaşanması hastalık belirtilerinin nadirleşmesine de neden olur zira daralan kısımlardan daha çok yukarıya çıkamayan mide asidi, yemek borusunda reflüden kaynaklı zararların daha az seviyeye inmesine neden olabilmektedir.

Barrett özofagusu : Barrett özofagusu hastalığına sahip birisinde, yemek borusu bölgesindeki hücreler diğer hücrelere nazaran daha anormal değişikliklere maruz kaldığı için mide ve yemek borusu kanseri riskleri görülebilmektedir. Bu hastalık reflü hastalığına sahip olan kişilerin yüzdesine baktığımızda yüzde onluk bir kesimde görülebilmektedir. Barrett özofagusu hastalığındaki en büyük tehlike, bilinen reflü hastalığı sendromlarının gözlemlenememesidir. Bilinen en büyük gerçek, bu hastalığın alkol kullananlarda, sigara kullananlarda ve obezite hastalarında daha fazla ortaya çıktığıdır. Bu hastalıkla aynı düzlemde reflü belirtilerinin de başlamasının sonrasında hiç geciktirmeden bir uzman denetimine gidilmesi gereklidir.

Yemek borusunda iltihaplanmaların meydana gelmesi : Mide asidinden kaynaklı olarak meydana gelen yemek borusu zedelenmelerinde, yemek borusunun üzerine “erosive esophagitis” adı verilen iltihap bölgeleri oluşur. Bu tip iltihaplanmalara sahip olan bireylerin bir kısmında kanama tepkiları da görülebilmektedir. Durumun kanamalı hale gelip gelmediği hastalık neticesinde istifra ettikten sonra daha basit anlaşılmaktadır. Durum çok ciddi tıbbi müdahale istediğinden en çabuk biçimde uzmanlarca kontrol altına alınması gereken bir durum niteliğindedir.

Solunum yollarında hasarların meydana gelmesi : Daha tam anlamıyla neden-sonuç ilişkisi belirlenemese de astım hastalığıyla reflü arasında bir bağlantı olduğu söylenmektedir. Reflü hastalığında meydana gelen yemek borusuna asit kaçma durumlarından kaynaklı, bünyenin bağışıklık sisteminde astım hastalığının meydana gelmesine neden olabilmektedir.

Reflü hastalarının yapması gerekli olanlar nelerdir?

Eğer fazla kilolarınız varsa kesinlikle bir uzman denetiminde zayıflamanız ve olmanız gereken en uygun kilonuza kavuşmanız gereklidir.

Alkol veya sigara kullanımından tamamıyla vazgeçmeniz gereklidir.

Ağrı kesici ilaçları veya aspirini bünyesinden kaynaklı hiç denecek kadar az sıklıkta kullanmanız tavsiye edilir.

Öğünleri az sayıda tutup çok yemek yerine sıklıkla ancak oldukça az yemeklerle beslenmeniz İdealudur.

Kıyafetlerinizde kemer kullanıyorsanız katiyen midenize baskı yapacak biçimde kemeri sıkmamanız gerekmektedir.

Vücudunuzu normalden çok güç gerektirdiği için yoracak etkinliklerden uzak durmanız tavsiyelmektedir.

Akşam yatmadan önce yemek Yemeniz katiyen tavsiyelmez. Ya yemek yedikten sonra bir kaç saat bekleyip öyle uykuya dalmanız veya uykunuzun geldiğini yavaş yavaş hissettiniz andan itibaren hiçbir şey yiyip içmemelisiniz.

Soğan, sarımsak, nane, domates ve domates ürünleri, kahve, çikolata, alkollü ve asitli içecekleri tamamıyla hayatınızdan çıkarmanız gereklidir.

Daha Fazla Oku

Uyku Felci Nedir ?

Uyku felci nedir?

Halk arasında “karabasan görmek” şeklinde de adlandırılan uyku felci, genelde uyandıktan hemen sonra (bunun adına tıp dilinde “hipnopompik felç” de denilmektedir) veya nadir de olsa uykuya dalmadan hemen önce insan vücudunun geçirdiği geçici felç olma durumudur. İnsan fizyolojisi alanında incelendiğinde, “REM Atonia” şeklinde de adlandırılan REM uykusuyla çok yakın bağlantıları bulunmaktadır. Konuy ile ilgili araştırma yapan bilim insanlarının ve fizikçilerin yaptıkları araştırmalardan sonra vardıkları ortak sonuç; bu durumun uyku halinin gayet olağan bir döngüsü olduğu niteliğindedir. Uyku felci; metabolizmada beyin REM halinden çıkarak tamamıyla uyanmış duruma geçse de vücudun felçli bir durum içerisinde hareket edememesi halidir. Bu durumu yaşayan çok fazla kişi, yaşanılan şeyin bir rüya olduğunu sanmaktadır. Bu nedenten dolayı kişilerin hareket etmek isteyip edemediği rüya sayıları son derece fazladır. Hatta bazı durumlarda bu tip durumlar uyuduğunuz ortamda hayali leyler görmenize neden olabilmektedir.

Uyku felcini meydana getiren nedenler nelerdir?

Uyku felci durumunun tam anlamıyla fizyolojisi ile ilgili hala ayrıntılı bir bilgi edinilememiştir. Ancak uyku felci esas olarak, rüya görmekte olan bir kişinin rüyası süresince yaptığı hareketlerin birebir benzerini yapmamasını sağlamak adına REM uykusu süresinde meydana gelmektedir. Ayrıca uyku felci konusu ile ilgili bilimsel olarak düşünülen ortak durum, beynin “pons” adı verilen bölgesinde bulunan motor-nöronların inhibisyon sürecine girmesiyle uyku felcini ortaya çıkarttığıdır. Ve bilhassa de metabolizmada melatonin seviyesinin çok düşük rakamlarda seyretmesi kkatiyenrın uyarılmasını güçleştirdiği için buna bağlı olarak sinirlerdeki depolarizasyon akımı da durdurulduğunda rüyada kişi ne görüyorsa gerçek hayatta da onu eylem haline getirmemesi sağlanabilir. Buna örneğin rüyasında bir yerlerden bir yere zıpladığını gören kişinin gerçek hayatta da o esnada koşmasını önlemeyi gösterebiliriz. Bilim dünyasında yapılan araştırmalarca her insanın hayatında kesinlikle bir kere de olsa uyku felci geçirdiğini göstermiştir. Narkolepsi rahatsızlığı olanların da aynı biçimde uyku felci durumuyla yakından bağlantılı oldukları görülmüştür. Genel anlamda uyku felci durumunu tetikleyen etkenler ise şöyledir;

Uyku düzeninin olmaması

Şekerleme uykularının sık yapılması

Çok uzun saatler boyunca ahenkak

Çok kısa ve yetersiz anlarda ahenkak

Uyku pozisyonunun sırt üstü şekilde olması

Yaşam tarzında ani denebilecek değişikliklerin yaşanması

Çevresel etkenlerin ani olarak değişmesi

Antihistamin kullanımı

Uyumak için kullanılan yapay uyku ilaçları

Fazla gerilim içerisinde bir yaşam sürme

Uyumadan önce metabolizmanın aç bir biçimde uyku sürecine sokulması

Uyku felcinden önce yaşanan “berrak rüya” (Berrak rüya, WILD şeklinde de bilinen bir uyku tekniğidir ve bu tip rüyaların görülebilmesi için bilinçli olarak indüksiyon görmek gerekir)

Değişik kültürlerde uyku felci ile ilgiliki kanaatler

Çinlilerin halk kültüründe uyku felci “gui ya chuang” cümlesiyle anılmaktadır. Bunun anlamı “hayalet yatağa basıyor”dur. Bu inanışta bir ruhun veya hayaletin uyku durumunda olan kişinin üzerine oturduğuna ve ya yattığınai bu nedenten kaynaklı da kişinin uyku felci geçirdiğine inanılmaktadır.

Türklerin konu ile ilgiliki inanışları şahsa “karabasan” adındaki bir cinin uyku sırasında musallat olduğudur. Daha çok Müslümanlık inancına sahip olan kişilerin inandığı bu kanaatye göre kişilere geceleri uyku esnasında bu karabasanların musallat olduğundan sonra kişilerin bu durumla alakalı dualar okuyarak karabasanlardan kurtulabileceğidir.

Korelilerin inanışlarında, “Gawinullim” adında bir varlıktan bahsedilmektedir. Uyku felcine “Gawi tarafından bastırılmak” diyen Koreliler, Gawi varlığına da “şeytan” veya “ruh” anlamını yüklemektedir.

İskandinavyalılar’ın konu ile ilgili sahip oldukları mitolojik bir unsur vardır. “Mara” ismini verdikleri kabus görülmesine neden olan kötü huylu dişi bir hayalet, kişilerin uyku felci geçirmesine neden olduğuna inanmaktadırlar.

Orta Çağ Avrupası’nda ise uyku felci durumu “succubi”, “incubi”, “mara” ve diğer şeytanlar gibi kötü huylu varlıkların neden olduğu bir durum olarak bulunmaktadır.

Rusların inanışlarında ev ruhu denilen “Domovoi” adlı bir ruh; kötü evliliklerin yaşandığı ve ijhanetin yaşandığı evlere dadanıp bu kişilere uku felci durumunu yaşatmaktadır.

Daha Fazla Oku

Mide Kanseri Belirtileri

Mide kanseri nedir?

Karnın sol üst bölgesinde bulunan ve yediklerimizin içerisinde biriktiği kesecik mide organıdır. Etrafında sarılı halde bulunan mukoza zarından kaynaklı olarak bütünörlerin geliştiği midede bu nedenten kaynaklı kanser görülebilmektedir. Her oluşan bütünörün kansere neden olmayacağı bilgisini göz önünde bulundurarak kötü huylu diyebileceğimiz bütünörlerin kanser hastalığını başlattığını belirtmek mümkün olabilir. Genelde kenar kısımlarının ufak noktalarında oluşan bütünörlerle kanser hastalığına yakalanan mide organında, kanserin kendini belli etmesi çok zahmetlidir. Çünkü çoğunlukla mide kanseri kendini alelade belli eden bir hastalık olmamaktadır. Dünya genelinde en çok rastlanan hastalıklar arasında 4. sırada olan mide kanserine ülkemizde 1 yıllık süreç içerisinde aşağı yukarı olarak 20.000 kişi yakalanmaktadır. Özellikle erkek bireylerde ve orta yaşın üzerindeki kişilerde mide kanserinin görülme oranı daha çokdır. Dünyada en fazla Çin, Japonya gibi Uzakdoğu ülkelerinde ve Kosta Rika ve Kolombiya gibi Güney Amerika ülkelerinde rastlanan mide kanserinin bu tip bölgelerde daha sık görülmesinin sebebi genetiğe bağlı olarak gösterilmektedir. Ülkemizde de mide kanseri en fazla Karadeniz bölgesinde görülebilmektedir. Mide kanserinin ilk etapta kendisini belli etmemesinden mütevellit, hastalığın ilerleyen aşamalarında yavaş yavaş sorunler ortaya çıkmaya başlamaktadır. Mide bulantıları, nedensiz kusmalar, bir anda kilo kaybetmeye başlama, mide bölgesinde ağrıların başlaması, herhangi bir öğün beslenmenin sonrasında midede oluşan aşırı şişkinlik ve dışkıda kanlanmanın meydana gelmesi mide kanserinin en yaygın belirtileridir. Ancak şu noktada da önemli olan, bu sayılan belirtilerin illa kanserden değil diğer bir mide hastalığından da kaynaklanabileceği gerçeğidir. Örneğin; midedeki ağrılar ve yanmalar gastrit veya ülser gibi hastalıkların da habercisi olabilir. Bu nedenle hemen kanser hastalığına yönelik endişelere sahip olmadan önce bir uzman doktora danışarak belirtilerin tam anlamıyla hangi hastalıktan kaynaklandığını öğrenmek daha doğru olacaktır. Bunun dışında ailesinde herhangi bir kanser vakası olan bireylerin veya bilhassa mide kanseri teşhisi konulmuş yakınları olan bireylerin kendilerinde bir sağlık soruni olmasa dahi her yıl kontrole giderek kendilerinde olası kanser riskine erken müdahale şanslarını iyi değerlendirmeleri tavsiyelmektedir.

Mide kanserinin belirtileri nelerdir?

Mide kanserinin belirlenmesinde erken teşhis sürecinde herhangi bir belirti elde edilememektedir. Sadece mide kanseri riski olduğu bilinen kişilere endoskopik bir inceleme yapılmasının sonrasında kötü huylu kanser bütünörünün midede olup olmadığı teşhis edilebilmektedir. Ya da hali hazırda büyümekte olan bir mide bütünörüne sahip olan kişinin, bu bütünörünün beslenme alışkanlıklarının sonrasında bedeninde gıda akışının ve sentezinin sekteye uğramasıyla beraber belirtiler daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. En çok görülen mide kanseri belirtileri şöyledir;

Midede bir ağırlaşma hissiyatı

Sık sık mide ağrısı yaşanması

Kişinin sıklıkla istifra etmesi

Kişinin sıklıkla kusma nöbetleri geçirmesi

Şiddetli iştahsızlık yaşama

Şiddetli iştahsızlık sonrasında ciddi bir biçimde ve hızda kilo kaybetmeye başlama

Sürekli bir yorgunluk hissi

Yenilen öğünlerden sonra yersiz şişkinlikler ve yenilen yemeğin bünyeyi rahatsız etmesi

Kansızlık sorununin yaşanması

Doktor muayenesinde elle kontrol sırasında mide kısmında bir kütle hissedilmesi

Mideden veya bağırsaklardan kaynaklanan kanamalar (bu kanama türleri ya dışkıyla beraber atılır veya yalnızca iç kontrol yapılırken belirleme edilebilir)

Mide kanserini tetikleyen etkenler nelerdir?

Genetik etkenler : Ailesinin geçmişinde herhangi bir kanser türünden bir vaka bulunan bireyin, kendisinin de kansere yakalanma riski yüksektir.

Cinsiyet etkeni : Dünya genelinde erkekler, kadınlardan daha çok miktarda mide kanseri hastalığına yakalanmaktadırlar.

Yaş etkeni : Mide kanserinin kadınlarda da erkeklerde de en çok görüldüğü yaş 70-74 yaşları aralığıdır.

Coğrafi etkenler : Dünya genelinde mide kanseri hastalığının en fazla görüldüğü bölgeler olan Eski Sovyetler Birliği ülkeleri, Japonya, Çin ve Güney Amerika ülkelerinde yaşayan bireylerin orantılı olarak mide kanserine yakalanma riskleri de artmaktadır.

Yaşam tarzı etkeni : Çok fazla alkol kullanımı, sigara kullanımı, sık sık hazır gıdayla beslenme, sürekli fast food tarzında yiyecekler tüketme, füme gıdalarla beslenme ve sebze meyve yeme alışkanlığı edinmeme büyük ölçüde mide kanserine yakalanma riskini arttırmaktadır.

Kan grubu etkeni : A grubu kan yapısına sahip olan bireylerin mide kanserine daha sık sık yakalandığı söylenmektedir.

Sağlık etkeni : Kişilerin gastrit, ülser, uzun soluklu mide enfeksiyonları, kansızlık ve mide poliplerine sahip olma gibi hastalıkları varsa, bu hastalıkların kişinin mide kanserine yakalanma riskini arttırdığı söylenmektedir.

Daha Fazla Oku

İshal Nasıl Geçer ? Tedavisi Nelerdir ?

İshal nedir?

Normal katılığından çok daha vıcık kıvamda olan dışkı durumuna ishal adı verilir. Dünya Sağlık Örgütü’nün sunmuş olduğu veriye göre 24 saatlik süreçte 3 defadan fazla olacak biçimde gevşek yapıda, sulu yapıda veya biçimsiz bir yapıda dışkı yapmak ishalin ta kendisidir. İshal olan kişi, normal şartlardan çok daha sık tuvalete çıkmakta, tuvalet süresini normalden daha uzun tutmakta ve tuvaletini yaptığı sırada yoğun ve ağrılı sancılarla baş başa kalmaktadır. Bununla beraber kişilere çöken yorgunluk ve halsizlik, normal hastalık koşullarında olduğu gibi kişileri yatağa mahkum etmektedir. İshal gelip geçici önemsiz bir rahatsızlık gibi gözükse de Türkiye’de çocuk ölümlerinin başında ishal durumu gelmektedir. Bu yüzden ishal çok da hafife alınacak bir durum gibi gözükmemektedir. İshal olan bireyler vücutlarından çok fazla sıvı çıkışı olduğu için susuzluk çekmekte, mide bulantıları hatta kusmalar yaşamakta, tuvaletini tutmakta güçlük çekmekte, aniden bastıran tuvalet ihtiyaçları için fevri davranışlar sergilemekte ve bazı durumlarda de ateşlenebilmektedirler.

İshal neden olmaktadır?

Kişilerin ishal olmasına neden olacak birçok neden bulunmaktadır. İshal durumu kendi içerisinde de parazitik kökenli, bakteriyel kökenli ve viral kökenli olabilmektedir. Bunların hiç biri olmadan yalnızca enfeksiyon kapılması sonucu da ishal durumu gerçekleşebilir. İshale neden olan başlıca nedenler şöyledir;


Enfeksiyon durumu : Bireylerin içtikleri sulardan veya yedikleri gıdalardan enfeksiyon kapmaları oldukça olağan bir durumdur. Bu yiyecek ve içeceklerde bulunabilen parazitler, virüsler veya mantarlar gibi yalnız mikroskopla görülebilen mikroorganizmalar vücudumuza girerek sindirim sistemine gidip oradan da bağırsaklara yerleşirler ve işleyişi bozarak ishalin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Bu tip sorunların yaşanması yiyeceklerin çok da sağlıklı ortamlarda hazırlanmadığına aynı biçimde içeceklerin de pek steril olmadıklarına işaret gösterilebilmektedir. Herhangi bir yerden bu tip gıdaların alışverişini yaparken ilk önce üstlerinde yazan son kullanma tarihlerini iyice incelemeniz gereklidir. Tarihi geçmiş ürünlerde üreyen bakteriler ve mantarlar doğrudan ishale neden olabilmektedir.

Beslenme sorunlulukları : Az önce bahsetmiş olduğumuz son kullanma tarihi geçmiş ürünleri yemek, derli toplu bir beslenme düzenine sahip olmamak, çok fazla yemek yemek ve aşırı unlu gıdalarla beslenmek bünyede ishal etkisi yaratabilmektedir.

Farklı kaynaklar : Vücudunuza ihtiyacı olan miktardan daha az seviyede enzim ve vitamin almak, sindirim bilgisayarınızdaki farklı bir mikrobik durum, bir takım gıdalara bedeninuzun gösterdiği alerjik tepkilar, üşütme veya soğuk algınlığı gibi hastalıklara yakalanmanız da ishale yakalanmanıza nedeniyet verebilmektedir. Bu tip durumlar daha ciddi vakalara yol açacağından iyileşmek için kesinlikle bir hekim denetimine gitmeniz tavsiye edilmektedir.

İshal tedavisi nelerdir?

İshalin ortadan kaldırılması için ilk olarak, bedenin ishal süresince kaybettiği suyu vücuda geri kazandırmak adına bünyeye bol bol su takviyesinde bulunmak gerekmektedir. Bu içtiğiniz suyun da kesinlikle dezenfekte olmasından emin olmalı, hatta tam anlamıyla emin olmak için içme suyunuzu ilk önce kaynatıp sonra soğuduktan sonra içmeniz ishal durumunuzda daha faydalı bir teknik olacaktır.

Evde hazırlayacağınız 1 litre miktarındaki sıcak suyun içerisine 1 tatlı kaşığı tuzla beraber 1 yemek kaşığı toz şekeri atıp karıştırarak, ishal durumdayken tuvalete girip çıktıktan sonra bu sudan yarım bardak içmeniz bozulan bağırsak sisteminizi yenidendan sağlığına kavuşturmakta etkili bir teknikdir. Özellikle çocuk yaştaki bireylerde ve bebeklerde ishal durumu çok tehlikeli sonuçlar yaratabileceğinden bu karışımın bu iki yaş grubuna kesinlikle içirilmesi gereklidir.

İshal olduğunuz süreçlerde lifli ve posalı yiyecekler tüketmeniz de bağırsaklarınızın daha sağlıklı düzeyde çalışmasını sağlayarak ishal durumunuzu ortadan kaldırabilmektedir. Bu tip yiyecekler haşlanmış patates, havuç, lapa durumunda pirinç, elma, patates püresi, ayran ve yoğurt gibi ürünlerdir. İştahsızlık soruni yaşansa bile ishal sorunsı yaşayan kişilerin kesinlikle bu yiyeceklerle az da olsa beslenmesi gereklidir. İçlerinden yoğurt, ishal konusunu gidermede diğer yiyeceklerden çok daha ilavetenlıklıdır zira yoğurdun kendi içindeki bakterileri bağırsaklardaki ishale neden olan bağırsak bakterilerini yok edebilmektedirler.

İçecek konusu ile ilgili da türk kahvesinin içerisine limon karıştırarak içmek, sade gazoz içmek veya maden suyu içmek ishali önleyici nedenler arasındadır. Bitki çayı şeklinde de ishale çare olması adına gül yaprağı çayı, şeftali çayı veya kestane yaprağı çayı tüketilebilmektedir.

İshalinizi atlatma evresinde katiyen beslenmemeniz gereken yiyecekler çikolata, yağlı ev yemekleri, hazır gıdalar, fast food ürünleri, süt ürünü içeren yiyecekler, lahana, enginar ve çiğ sebzelerdir. Bu yiyecekler bağırsaklarda bozulma yarattığı için esasen sorunli olan bağırsak yapısının dengesini daha da bozmamak için bu ürünlerden uzak durulmalıdır.

Daha Fazla Oku

Hepatit B Nedir ? Belirtileri Nelerdir ?

Hepatit B nedir?

Hepatit B hastalığı, vücutta karaciğerde ortaya çıkan bir hastalıktır. Karaciğer iltihabı şeklinde de anılan hepatit hastalığının faktör virüsü de Hepatit B virüsüdür, bu nedenlerden kaynaklı hastalık da Hepatit B hastalığı olarak anılmaktadır. Vücuda girdiği andan itibaren karaciğer organına yerleşen Hepatit B virüsü, zaman içinde hem çoğalır hem de etkisini yükselterek karaciğer organında ağır hasarların meydana gelmesine neden olabilmektedir. Virüsün kendisinden kaynaklı olarak bulaşıcı bir hastalık da olan Hepatit B hastalığı, ülkemizde de sık sık görülen bir hastalık olduğundan önemli bir sağlık problemu olarak anılmaktadır. Türk toplumunda her 3 kişiden 1’i Hepatit B hastalığına yakalanmaktadır. Bunun dışında her 10 kişiden 1’i de Hepatit B virüsünü taşıyan rolündedir. Hastalar üzerinde yapılan araştırmalar üzerinde bu hastaların yüzde seksenine varan oranında hastalığın başlangıçta hiç bir belirti göstermeden başladığı, yalnızca yapılan araştırmalar ve tetkikler üzerine bu hastalığın ortaya çıktığı görülmektedir. Bu virüs insan metabolizmasına girdikten sonra 2 ile 6 ay arasında kuluçka süresi geçirebilir. Bu kadar sessiz bir biçimde ilerlediği için genel olarak tıp dünyasında “sessiz enfeksiyon” şeklinde de anılabilmektedir. Eğer bir birey kendi bedeninde da Hepatit B hastalığı olmasından şüpheleniyorsa, kesinlikle vakit kaybetmeden en yakın tıp merkezinde ilgili tahlillerini ve kan tahlillerini yaptırmalıdır. Eğer hastalık ortaya çıkarsa çok geç kalınmadan hemen ilaç tedavisine başlandıktan sonra virüs bir takım ilaçlarla kontrol altına alınabilmektedir. Kontrol altına alındıktan sonra vücutta oluşması muhtemel karaciğer yetmezliği, siroz hastalığı vb. hastalıkların ölümcül derecelerde ortaya çıkması önlenebilmektedir.

Hepatit B nasıl bulaşmaktadır?

Hepatit B virüsü, sık sık yakın temas durumlarıyla veya kan yoluyla bulaşan bir hastalıktır. Yakın temastan kastedilen durum tükürük, ter, anne sütü veya cinsel sıvılar gibi vücut sıvılarının taşıyıcıdan diğer bir insana temas etmesidir. Bunun dışında Hepatit B taşıyıcısı olan kişinin vücut temizliğinde kullandığı jileti veya ağız temizliği için kullandığı diş fırçasının da başkası tarafından kullanılması da virüsün rahatça bulaşmasına imkân sağlamaktadır. Bunun dışında ortak gıda kullanımı, ortak su kullanımı veya normal bir dokunuşla olan ten temasından virüsün bulaşması mümkün olmamaktadır. Kişinin bedeninde bulunan bir açık yara veya bir çatlak varsa, bu kısımlarla temas edebilecek taşıyıcının tükürüğü veya kanı dahi virüsün basitçe bulaşmasını sağlamaktadır. Eğer bir annede Hepatit B virüsü varsa, bu virüs doğum esnasında bebeğe de geçebilmektedir. Bulaşma koşulları göz önüne alındığında, Hepatit B virüsünün dünya genelinde en yaygın olan bulaşma biçimi taşıyıcıyla cinsel ilişkide bulunmaktır. Cinsel ilişki esnasında hem ter, hem tükürük, hem de cinsel sıvılar birbirine karışabildiği için müthiş bir virüs yayılma ortamı sağlanmaktadır. Hepatit B virüsünün en düşük olasılıkli bulaşma biçimi ise organ ve kan naklidir. Çünkü bu organ ve kanlar nakil edilmeden önce Hepatit A, Hepatit B, Hepatit C virüsü taramalarından geçirilmektedir, şayet bir virüs saptanırsa kesinlikle müdahale edilmektedir. Bu saydığımız durumların dışında; hijyenik yapıda olmayan enjektörlerin vücut üzerinde kullanımı (uyuşturucu madde kullananların kullandıkları enjektörler, steril olmayan ortamlarda kullanılan dövme makinası iğneleri veya piercing yapımı esnasında kullanılan steril olmayan enjektörler vb.), yeterli sterillikte olmadan yapılan cerrahi operasyonlar, kuaförlerde kullanılan steril edilememiş pedikür ve manikür setleri, steril olmayan aletlerle yapılan kulak delme prosedürleri ve yeteri kadar steril edilmemiş aletlerle yapılan sünnet prosedürlerna neden olabilmektedir.

Hepatit B belirtileri nelerdir?

Kişinin kendini genel olarak “kötü” hissetmesi

Genel olarak bünyeye bir güçsüzlüğün hakim olması

Kişinin kendini sürekli yorgun hissetmesi

Bir anda kilo verilmeye başlanması

İştahta ciddi oranda düşüklükler yaşanması

Kişinin kendini hasta hissetmesinden kaynaklı sürekli kusma ihtiyacı hissetmesi

Gün içinde sıklıkla yoklayan bulantılar

Avuç içlerinde oluşmaya başlayan kırmızı renkli lekelenmeler

Vücudunuzda bilhassa karaciğer bölgenize dokunduğunuzda oluşan rahatsızlık hissi ve ağrılanma (bunu daha iyi anlayabilmek için sağ elinizle kaburga bölgenizin alt kısmında sağ tarafa dokunarak karaciğerinizin sert mi yoksa yumUşak mı olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz)

Bir anda vücutta kaşınmaların başlaması

Uyku düzeninde sorunlulukların ortaya çıkması

Vücudunuzun herhangi bir bölgesinde örümcek bacaklarına benzeyen yapılarda ince kan damarlarını iyice belirginleşmesi ( bu duruma “örümcek anjiyomu” veya “örümcek nevuslar” adı verilmektedir.)

Cinsel arzulilikte azalma

İdrar renginin koyulaşması ve büyük tuvaletin renginin griye dönmesi

Nefes darlığı yaşanması

Gözlerin beyaz kısmında ve tende sarılık durumunun meydana gelmesi

Kan kusmaya başlama

Yüksek derecede ateşlenerek titreme durumlarının yaşanması

Kişilerin karın boşluklarının şişmesi (asitten kaynaklanmaktadır)

Ayak bileklerinde, bacak bölgesinde ve ayaklarda şişmelerin meydana gelmesi (bu durum vücutta Hepatit B hastalığından kaynaklı çevresel ödemlerin oluşmaya başlamasından sonra gerçekleşmektedir)

Kişilerde “ensefalopati” olarak bilinen sersemlik durumlarının oluşması ve zihinsel bulanıklıklar yaşama

Hepatit B hastalığından korunma teknikleri nelerdir?

Gün içerisinde ellerinizi kesinlikle 3 veya 4 kez anti bakteriyel sabunla yıkayın.

Cinsel ilişki esnasında korunmayı ihmal etmeyin.

Küpe, jilet, tırnak makası veya diş fırçası gibi özel eşyalarınızı diğerlarının kullanmasına izin vermeyin.

Eğer dövme veya piercing yaptırmak gibi bir kanaatniz varsa, bu prosedürü kesinlikle hijyenik olmasından emin olduğunuz ortamlarda yaptırın.

Eğer mesleğiniz gereği sürekli kanla temas durumundayseniz kesinlikle koruyucu eldiven kullanın.

Daha Fazla Oku

Bel Fıtığı Nedir ? Neden Olur ?

Bel fıtığı nedir?

Toplumda çoğu kişinin kesinlikle belirli bir dönem sorunsını yaşadığı bel ağrıları, şahsa hem oturup kalkmada hem de günlük hareketlerde ciddi sorunler yaratabilmektedir. Bu tip ağrıların da meydana gelmesindeki temel unsur genelde bel fıtığı sorunidir. bel fıtığı hastalığı kişiden şahsa değişebilecek belirti ve sonuçlar gösterebilmektedir.

Yani bazı kişilerde ağrılar daha dayanılmaz noktalarda olabilip daha acil tıbbi müdahale gerekirken, bazı hastalarda bir kaç hafta içinde daha hafif bir biçimde atlatılan ve ameliyata dahi gerek kalmayan süreçlerin geçirilmesi muhtemeldir.

Bel fıtığının vücutta ortaya çıktığı kısım omurga yapısıdır. Bu omurga yapısı çok fazla sayıda kemik bulundurmaktadır. Aynı zamanda bu kemiklerin ara formunda bulunan diskler, vücut yapımızın rahatlıkla hareket edebilmesine ve istenilen duruşların gerçekleştirilebilmesine yardımcı olduğu gibi bunun yanı sıra da omlinkarın ara kısmında “yastıklama” denilecek fonksiyonu de görebilmektedir.

Omurga yapısında bel fıtığı nasıl oluşur?

Omurga yapısı incelendiği zaman, ilk  yapıdaki 24 tane omurga kemiğinin üst üste dizildiği ve bu yapının da biçiminin omuriliği güvenliğini sağlamak adına oluşturulmuş bir kanal olduğu da gözlemlenebilmektedir.

Omurga yapısında yalnızca omurga kemikleri bulunmaz. Bunun dışında sinirler, omurilik ve omurga yapısına esneklik sağlayabilen “intervertebal diskler” dediğimiz omurga diskleri bulunmaktadır.

Az önce ifade ettiğimiz toplam 24 tane omur yapısının ara formunda bulunan bu diskler; ortası jel bir yapıdan oluşan, dış kısmı sert bir dokuya sahip olan disklerdir. Normal şartlarda hareket kabiliyetimizi gerçekleştirirken omurgadaki bu diskler vücuda binen ağırlığı dengeleme görevine sahiptirler.



Bel fıtığının ortaya çıkış sürecinde, bu disklerden biri veya bir kaçı yerinden oynamış bulunmaktadır. Kayma durumunun yaşanmasından sonra omuriliğin iç kısmından geçerek vücutta çoğu noktaya beyinden gelen mesajları ileten sinirlere baskı durumu oluşmaktadır. Baskıdan kaynaklı da sürekli bel ağrıları şikayetleri oluşmaktadır.

Bel fıtığı neden olur?

Hareketsiz yaşam : Vücudun hareket anında bütün yükünü taşıyan bölge yalnızca omlinkar olmamaktadır. Bunun yanısıra omurganın çevresinde yukarıyadan aşağıya doğru bulunan boyun kkatiyenrı, sırt kkatiyenrı, karın kkatiyenrı ve bel kkatiyenrı da bedenin hareket edebilmesi için yardım aldığı ana unsurlardir.

Bu nedenlerden kaynaklı derli toplu egzersiz yapılmadığı taktirde veya normal hayat koşullarında gayet hareketsiz günler geçiriyor olma durumu kkatiyenrı güçsüz bırakarak omurganın fazladan yük taşımasına neden olmaktadır. Fazla yükten kaynaklı da omlinkar zorlandığı için kayma durumları meydana gelebilir.

Mesleki şartlar : Meslek türlerine göre vücudumuzun günlük olarak yenidenlaması gereken hareket koşulları değişebilir. Bu koşullar bazı durumlarda vücuda ağır gelebilir ve fıtık soruni ortaya çıkabilmektedir.

Örneğin; inşaat işçilerinde, devamlı eğilip kalkması gereken veya bedeninu döndürmesi gereken işlerde bulunanlarda, şoförlük mesleğini yapanlarda, mağazacılık gibi uzun saatler boyunca ayakta kalınan mesleklerle uğraşanlarda; spor olarak haltercilik, güreş sporu veya kürek sporu gibi sporlarla uğraşan kişilerde bel omlinkarının ve diğer omlinkarın zorlanması sonucu bel fıtığı meydana gelebilmektedir.

Aşırı kilo (Obezite) soruni : Bel fıtığını en fazla meydana getiren unsur aşırı şişmanlık sorunidir. Aşırı kilolar omurgamızın vücut dengesini taşıma kapasitesini zorlayarak biçiminin bozulmasına ve bundan dolayı fıtıkların meydana gelmesine neden olmaktadır. Normal formunu kaybederek dış kısma doğru kayan ve kabaran omur diski, sinirlere farklı bir baskı uygulayarak ağrılı ve sorunlı süreçler geçirilmesine neden olabilmektedir.

Aşırı kilolularda oluşan fıtık sorununin bir aynısı hamilelik sürecinde olan kadınlarda da görülebilmektedir. Vücuda binen ekstra yük yüzünden fıtık sorunları hamile kadınlarda sık sık baş gösteren rahatsızlıklardan biri niteliğindedir.

Günlük yaşantıda yanlış hareket sorunları : Günlük olarak yapılan hareketlerde, kesinlikle omurgamızın hareket kabiliyetine makul olarak atak yapmamız gerektiğini unutmamamız gereklidir. Çünkü sizin yaptığınız herhangi bir nesneyi bir yerden bir yere çekme, itme, kaldırma gibi hareketler bir anlık dikkatsizlikle büyük sorunlere hatta kitlenmelere bile yol açabilmektedir.

Örneğin; herhangi bir omuz hareketi gerektirecek dolap yerleştirme prosedürlerinde normalden daha dikkatli olunmalı; yukarıya doğru uzanmaya çalışıp omlinkarı zorlamak yerine mümkün mertebe bir sandalye veya merdiven vasıtasıyla işler halledilmelidir. Eğer bir yük kaldırmaya çalışıyorsanız bu yükü kaldırırken mümkün mertebe dizlerinizi bükerek hareket etmeli ve bu yolla yükü kaldırmaya çalışmalısınız.

Bunun dışında sabah yataktan kalkış pozisyonunuzda katiyen bir anda kendinizi yataktan kaldırmamalı, önce kalkacağınız tarafa bedeninuzu yan döndürmeli; şayet bedeninuz kalkacağınız tarafa dönükse de önce ayaklarınızı sert zemine basıp sonrasında da dirseklerinizden güç alarak bedeninuzun üst kısmını kaldırmanız gereklidir.

Bireylerin en fazla haftaya düştükleri durum da çalışma koşullarında oturma pozisyonuna dikkat etmeyişleridir. Uzun saatler boyunca masa başı işlerde çalışan kişilerin bel oyuntularına dikkat etmeyecek ofis sandalyelerinde oturmaları, pozisyonlarında mümkün olduğunca dik olmaları gerekirken aksine iyice aşağı doğru kaymış durumda oturmaları tamamıyla bel fıtığına davetiye niteliğindedir.

Bu tip durumlarda kesinlikle bel destekli bir sandalye tercih edilmeli, şayet böyle bir sandalye yoksa düz bir sandalyeye ufak yastıktan vs. bel desteği yapılmalı ve gün içerisinde oturuş pozisyonuna kesinlikle dikkat etmek gerekir.

Sigara kullanma : Yapılan araştırmalar sonucunda sigara kullanımıyla beraber omlinkardaki disklerin titizlaşma ve aşınma gibi sorunlerle baş başa kaldığı gözlemlenmiştir. Bu yüzden sigara kullanan bireylerin çoğunda iyileşme süreçleri genelde gecikmekte hatta bazı durumlarda iyileşme sağlanamayarak operasyonluk durumlar ortaya çıkabilmektedir.

Bel fıtığının belirtileri nelerdir?

Bel fıtığının ana belirtisi bel ağrısıdır. Ancak bu bel ağrısının fıtıktan veya diğer noktalardan kaynaklandığını anlayabilmek adına ağrıyı daha dikkatli hissetmemiz gerekebilir. Çünkü fıtıktan kaynaklanmayan ağrılar bir kaç gün içerisinde geçebileceği için boşu boşuna fıtık hastalığıymışçasına heyecanlanıp panik yapmanızın anlamı kalmayacaktır. Bel kısmından veya kalça kısmından başlayarak ayaklara kadar inen ağrılar genellikle bel fıtığının habercisi olabilmektedir. Bel fıtığını anlayabilmek için ortaya çıkması gereken belirtiler şöyledir;

Bacaklarda ağrı hissetme

Ayaklarda ağrı hissetme

Bacaklarda ve ayaklarda güçsüzleşme hissi yaşama

Bacaklarda ve ayaklarda karıncalanma hissinin oluşması

Bacaklarda ve ayaklarda uyuşukluk hissi yaşama

Bel bölgesinde ağrıların oluşması

İki bacaktan birinde veya ikisinde de refleks kabiliyetinde düşüklük

Yürümeye veya oturmaya çalışırken çokıntı çekme

Hapşırma esnasında, öksürme esnasında veya gülme esnasında ağrının giderek artması

Fıtıktan kaynaklı ilerleyen aşamalarda hemen yorulma durumu veya yürüme sorunsı yaşama

Bel fıtığı tedavisi nasıldır?

Bel fıtığı hastalığının aşamalarına göre tedavi süreçleri değişiklik göstermektedir. Başlangıç seviyesinde olan bel fıtığı hastalıklarında hastaya bir kaç kas gevşetici ilaç ve hareket kabiliyetiy ile ilgili tavsiyelerde bulunulmakta, orta aşamadaki bel fıtığı hastalığına sahip olan hastalara bu tavsiyen dışında fizik tedavi süreci uygulanmakta; son şeklinde de en ileri aşamadaki hastalara mikro cerrahi yoluyla tedavi uygulanmaktadır. Ancak genel olarak hastalık hangi aşama olursa olsun yapılması gerekli olanlar şöyledir;

Tedavi sürecinde katiyen yan taraflara veya öne doğru eğilinmemelidir.

Bir eşyayı bir yerden almak gerekiyorsa kesinlikle çömelerek hareket edilmesi gereklidir.

Hasta katiyen yukarı doğru uzanıp omlinkarını zorlamamalıdır.

Eğer bir yük kaldırılması gerekiyorsa o yük katiyen 2 kilogramdan daha ağır olmamalıdır.

Hasta olan kişi her daim belini sıcak bir biçimde tutabilmelidir.

Bir yerde otururken kesinlikle beli destekleyecek bir parça bel oyuğuna koyulmalı, bu yolla oturuş sağlandıktan sonra da her 20 dakikada bir ayağa kalkarak yürünmelidir.

Tedavi sürecinde kesinlikle yatak istirahati yapılmalıdır.

Daha Fazla Oku

Lipaz Nedir ? Yüksekliği Düşüklüğü Ne Anlama Gelir ?

Lipaz nedir?

LPS şeklinde de adlandırılan lipaz, bir enzim türü olarak pankreas tarafından üretilir. Pankreasta üretilen bu enzim daha sonrasında ince bağırsağımıza boşaltılmaktadır. Lipazın metabolizmamızdaki en büyük etkisi, yiyecekler yoluyla aldığımız yağların sindirilme prosedüründe etkin görev alması ve vücut tarafından bu yağların emilim sürecine yardımcı olmasıdır.

Ağırlıklı olarak pankreasta üretimi yapılan lipazın bir miktar bağırsakta, karaciğerde, midede ve dilde de üretilebildiği görülmektedir. Vücutta lipaz yüksekliği yaşandığı durumlar; pankreas beziy ile ilgili hastalıkların ortaya çıkmasında veya pankresla ince bağırsak arasında lipaz enziminin taşındığı kanallarda tıkanıklıkların meydana gelmesiyle gözlenmektedir.

Lipaz testi nedir? 

Lipaz testi; kan dşayetlerinin bünyesinde bulunan, LPS dşayeti şeklinde de adlandırılan lipaz dşayetinin ölçülmesi olayıdır. Bu testler seyreken de olsa kan testinin dışında vücut sıvıları testiyle veya idrar testiyle de yapılabilmektedir.

Çıkan sonuçlar vücutta pankreas bezinin ne durumda olduğunu, bir problem varsa bu problemin ne seviyelerde olduğunu, problemu yok etmek için ne noktadan başlanması gerektiğini ve bu gibi durumlar ile ilgili diğer noktaların değerlendirilmesi için gerekli bilgileri içermektedir.

Lipaz testiyle birlikte çoğu zaman amilaz testi adı verilen bir test de istense de, çoğunlula pankreas hastalıklarının belirlenmesi için lipaz testi dşayetleri baz alınmaktadır.

Normal lipaz değerleri

Lipaz dşayetlerinin olması gereken dşayet birimi bir litrede 10 – 140 birimdir. Eğer ölçmede farklı birimler kullanılacaksa da bu dşayetler 0.17 – 2.3 birim dşayetlerinde bulunmalıdır. Bu dşayetlerin oluşturulma sürecinde testlerin yapıldığı laboratuvarların da büyük etkisi vardır. Çünkü her laboratuvarın kendi ölçme birimleri farklı olabilmektedir.

Lipaz düşüklüğü nedenleri nelerdir?

Lipaz düşüklüğü, sağlıklı bir insan bedeninde da meydana gelebilmektedir. Bu durumun olağan dışı haline gelmesi durumu yalnız bir sağlık sorununden kaynaklanması sonucunda oluşmaktadır. Lipaz dşayetlerini etkileyen bu tip hastalıkların en bilineni vücutta lipaz enzimini üreten hücrelerin hasarlarının kalıcı hale gelmiş olmasıdır.

Onun dışında genetik olarak bünyeyi çarpıcı etkenler veya kistik fibroz denilen hastalık (ter ve diğer sindirim sıvılarını üreten hücrelerin yapısını etkileyip vücut salgılarının daha kalın bir yapıda olmasını sağlayan bir hastalıktır) durumları da lipaz düşüklüğü nedenlerinden bir kaçıdır.

Lipaz yüksekliği nedenleri nelerdir?

Vücutta lipaz dşayetlerinin yükselmesi, pankreas organıy ile ilgili bir sağlık problemin habercisi konumundadır. Testle beraber elde edilen lipaz dşayetleri yalnızca pankreas hastalıkları ile ilgili değil, diğer yandan sindirim sistemiy ile ilgili problemlerin da habercisi olabileceği için net tedavi sürecinden önce problemin tam anlamıyla hangi organdan kaynaklandığını anlayabilmek adına daha ayrıntılı bir test yapılması gereklidir. Lipaz yüksekliğinin nedenleri kolayca şunlardır;

Pankreas problemleri : Pankreas kanseri, pankreasa ait kanalların tıkanma problemu yaşanması, pankreas iltihabı (bu durum kandaki lipaz seviyesini olması gerekenden 3 kat fazla seviyelere taşıyabilir) ve pankreas kistleridir.

Bağırsak sorunları : Kasık fıtığı, apandisit sorunları, bağırsak iltihapları, bağırsağı tıkayabilecek boyutta yabancı cisimlerin hata sonucu yutulması, bağırsak düğümlenmesi, bağırsak bütünörü ve karın bölgesinden geçirilen operasyonların bağırsağı etkilemesi

Çölyak hastalığı : Çölyak hastalığı, besinlerle vücudumuza alınan tahılların bünyesinde bulunan “gluten” adlı proteinin sindirilememesi sonrasında ortaya çıkan bir durumdur. Bazı bireylerin bağışıklık sistemindeki bir hata bundan dolayı vücutlarına giren gluten maddesi zararlı bir madde olarak algıladığından bu tip bireylerde lipaz seviyesi yüksek seviyelerde seyredebilmektedir.

Daha Fazla Oku

Ginseng Ne İşe Yarar ?

Ginseng nedir?

5000 yıldan fazla köklü bir geçmişi olan “ginseng“, ülkemizde “insan otu”  şeklinde de adlandırılan doğal bir bitkidir. Bu bitkiye insan otu denilmesinin nedeni, düz bir biçimde tutulduğu taktirde köklerinin insan bacaklarına, üst kısmının da insan gövdesine benzemesinden kaynaklanmaktadır. Çok etkili iyileştirici özellikleri bulunan ginseng bitkisine botanik dünyasında Yunanca bir kelime olan “panax” ismi verilmiştir. Panax’ın anlamı da “tam iyileştime” demektir.

Ginseng’in asıl kelime özü Çince’den gelmektedir. Çince olan “renshen” kelimesi insan otu anlamını taşımaktadır. Bitkinin sürekli insana benzetilmesinden dolayı çok eski çağlardan günümüze hala bu bitkinin kendi içerisinde bir ilahi güç taşıdığına, tüketildikten sonra kısa sürece iyileştirici etki göstermesinin nedeninin bu olduğuna inanılmaktadır.

Yazının başında da değindiğimiz gibi 5000 yıllık bir geçmişi bulunan ginsengin ismine çok eski Hint kitabelerinde rastlamak dahi mümkün olabilir. Hatta anlatılan şeylerde ginseng bitkisinin kökünün kutsal bir şey olmasından bahsedilmektedir. Yine eski Çin yazıtlarında da ginseng ile ilgili kısa kısa bilgiler ve bu bitkinin nasıl kullanılacağı ile ilgili tarifler bulunmaktadır.

Ginseng bitkisi nasıl yetişir?

Ginseng bitkisi, toprakta büyüyüp yetişen bir bitkidir. Bitkinin üzerinde hem yaprakalrı hem de meyvesi vardır yalnız bu bitkinin şifa için kullanılan kısmı yalnızca kök bölgesidir. Ginseng köklerinin de gelişimi çok uzun yılları aldığından bu bitkinin kökleri de çok dşayetli ürünler olmaktadır. Ortalama olarak bir ginseng kökünün yetişkinluğa ulaşması 6 yılı bulmaktadır. Köklerinin uzunluğu da aynı biçimde ne kadar uzun ömürlü olduklarına bağlıdır. Örneğin; 7 veya 8 yıllık bir ginseng bitkisinin köklerinin uzunluğu 10 santimetreye kadar uzanabilmektedir.

Ginseng türleri nelerdir?

Ginseng, çok uzun zamandır Doğu bölgelerde kullanılan bir bitki türü olmasına karşın; genel olarak Avrupa ülkelerine, bizim ülkemize ve diğer ülkelere yayılma açısından çok yeni olan bir üründür. Ginseng bitkisi Kore’de, Kuzey Amerika’da, Siberi’de ve Çin’de çok eski zamann beri kullanılan bir bitkidir. Kendi içerisinde de farklı farklı türleri bulunan ginsenglerin renkleri kırmızı, beyaz gibi tonlarda değişebilmektedir. Toplamda 11 farklı çeşidi olan ginsengin başlıca bilinen ve kullanılan türleri Sibirya ginsengi, Amerikan ginsengi ve Kore ginsengidir.

Ginseng faydaları nelerdir?

İştah kabartıcı özellikleri bulunmaktadır.

Beyaz renkli Kore ginsengi üzerinde yapılan araştırmalar neticesinde, bu bitkiyi derli toplu olarak tüketen kişilerin ilerleyen yaşlarda Alzheimer’a yakalanan kişilerin, algılama yetilerinde bir seviye yükseltişi meydana getirdiği belirlenmiştir.

Vücudunuzun daha güçlü ve daha atletik yapıda olmasına yardım eder.

Sürekli yorgunluk ve halsizlik soruni çeken bireylerin sorunlarıni aşmaları konusu ile ilgili çok yardımcı bir ürün niteliğindedir.

Oluşacak herhangi bir damar hastalığına veya kalp hastalığına karşı koruyucu etkileri bulunmaktadır.

Yapılan araştırmalar sonucunda kan şekerini düşürdüğü de ortaya çıkan ginseng, bilhassa şeker hastaları tarafından kesinlikle kullanılması gereken bir ürün niteliğindedir.

Vücudun sinir sistemini merkezi olarak baştan onararak herhangi bir sinir sistemi hastalığının oluşmasını önler niteliktedir.

Solunum yolu hastalıklarına, astım gibi daha ağır geçirilen hastalıklara karşı koruyucu etkileri olduğu belirlenmiştir.

Zihinsel etkinlikleri geliştiren ve daha keskin zekaya sahip olunmasını sağlayan bir ürün olarak göze çarpmaktadır.

Metabolizmanın bağışıklık sistemini koruma altına alarak meydana gelebilecek çoğu hastalıkla baş etme gücünü bünyeye verebilmektedir.

Ginseng nasıl kullanılır?

Ginseng bitkisinin kökü toz hale getirildikten sonra yarım tatlı kaşığı miktarında bu tozdan alınıp bir bardak miktarındaki suya karıştırılır.

Bu karışım kısık ateşte 10 dakikalık bir kaynatma sürecinden geçirilir.

Hazırlanan malzeme soğuduktan sonra günde üç seferlik birer bardak miktarında tüketilebilmektedir.

Eğer kökleri kurutup bu yolla uğraşmak istemezseniz, aynı ürünü eczanelerden hazır bir biçimde satın alabilmeniz de mümkün olabilir.

Ginseng zararları

Baş ağrısı durumu

Bulantı sorunu

Düşük tansiyon sorunu

Burun kanaması problemi

Yüksek tansiyon sorunu

Göğüslerde ağrı meydana gelmesi

İshal problemi

Daha Fazla Oku

Askorbik Asit Nedir ? Özellikleri Nelerdir ?

Askorbik asit nedir?

C vitaminin bilimsel olarak adı askorbik asittir. İngilizcede “ascorbic acid” olarak geçen bu bilimsel ürün, ilk olarak 1900’lü yıllarda keşfedilmiştir. O dönemlerde 1907 yılında askorbik asit üzerine deneyler yapmaya başlayan iki profesör Frolich ve Holst, araştırmayı yaptıkları sene içerisinde “skorbüt” hastalığının çok yaygın ve korkulan bir hastalık olduğundan kaynaklı askorbik asit üzerine yaptıkları deneyleri yoğunlaştırmışlardır.

Normal şartlarda insan metabolizması kendi içerisinde C vitamini üretemediğinden ve bedenin da kesinlikle C vitaminine ihtiyacı olmasından, mecburi olarak sürekli dışarıdan askorbik asit takviyesi yapmak halindedır. Üstelik bu vitamin, kimyasal özellik olarak su içerisinde çözülebilen bir vitamin olmasından alınan her kaynak eritileceğinden vücudumuza askorbik asit alımını ihmal etmememiz gereklidir.

Askorbik asidin ortaya çıkartılışı

Az önce de değindiğimiz gibi, 1900’lü yıllarda yapılan deneyler sonrasında C vitamini yani askorbik asit ile ilgili bir gerçek ortaya çıkartılmış ve askorbik asidin yeşil renkteki sebze ve meyvelerin bünyesinde bol miktarda bulunduğu söylenmiştir.

Konunun üzerine birçok bilim adamı da harekete geçmiş ve askorbik asit üzerine araştırma yapmaya devam etmişlerdir. C. Funk adlı bir bilim adamının yine aynı dönem skorbüt hastalarıy ile ilgili yaptığı bir araştırmada, vücutlarında bu hastalığın oluşmasına neden olan durumun bünyelerine beslenme düzenlerinin eksikliği yüzünden askorbik asit bazlı ürünlerin eksik olarak girmesiyle bağlantılı olduğunu söylemiştir. Hatta ona göre bu vitaminin adı da “antiskorbutik vitamin”dir.

Ortaya atılan bu iddiadan sonra çalışmalar daha da hızlanmış, 1920 yılında C vitaminiy ile ilgili yeni bir iddia ortaya atılmıştır. Drummond ismine sahip bir bilim insanı, araştırma konusu olan bu askorbik aside “C vitamini” adını vermiştir.

Yine aynı süreçlerde Zilva adlı bir bilim insanı ve çalışma arkadaşları, askorbik asit üzerine çok derinlemesine bir araştırmaya girmişler ve bu araştırmaları ve çalışmaları 11 yılı aşkın bir süreye yayılmıştır.

Zilva ve takım arkadaşlarının çok uzun yıllar süren çalışmalarının sonrasında buldukları ürün ise limonun özünden elde ettikleri antiskorbutik etki yaratabilen bir üründür. Bu ürünün gerçek anlamda saf askorbik asit özellikleri taşımaktadır ve bu ürünle birçok kimyasal tepki başarabilmişlerdir.

Ortaya çıkartılan saf askorbik asitten sonra, aynı konuy ile ilgili çalışmalar yapmakta olan bilim insanı Szent Gyorki; 1928 yılında portakaldan, lahanadan ve bir takım hayvanların adrenalin bezlerinden aldığı örneklerden askorbik asit bulmayı başarmıştır. Ancak bu noktada da askorbik asidin tarihsel sürecini oldukça etkileyen bir olay gerçekleşmiş ve Gyorki elde ettiği bu ürünün bir C vitamini yani bir askorbik asit olduğunu anlayamamıştır.

Zaman geçip bir kaç buluş daha yapıldıktan sonra en sonunda askorbik asidin yani C vitamininin ortaya çıkış süreci sonuçlanmış ve askorbik asit olarak bilim dünyasına adının geçmesi konusu da kendisini bilmeden de olsa ilk keşfeden kişi Szent-Gyorki’ye adanmış bir hareket olmuştur.

Askorbik asit özellikleri nelerdir?

C vitamini dendiğinde akla ilk gelen etki metabolizmayı soğuk algınlığı hastalıklarına karşı korumasıdır.

Vücuttaki bağışıklık sisteminin her daim yüksek seviyede kalmasına yardım ederç

Herhangi bir ateşli hastalık sonrası bedenin kendini çok daha çabuk toparlayabilmesine katkı sağlar.

Damar çeperlerini güçlendirerek vücutta herhangi bir kanama riskinin yaşanmasına mahal vermez.

Herhangi bir zehirlenme durumu sonrası zehrin vücuttan bir an önce atılmasını sağlayarak daha çabuk iyileşme modu oluşturmaya yardımcıdır.

Göz yapısında meydana gelebilecek katarakt oluşumlarını engelleyerek göz yapısının daha sağlıklı olmasını sağlar.

Metabolizmanın  ihtiyacı olan demir mineralini ve folik asit mineralini kendi içeriğiyle gidererek vücuttaki kan seviyesinin daha bol miktarda olabilmesine yardımcı olmaktadır. Böylelikle derli toplu olarak metabolizmasına askorbik asit giren bireylerin, vücutlarında anemi gibi kansızlık problemlerinın oluşması çok uzak bir olasılık olmaktadır.

Normal şartlardan daha çok egzersiz yaparak bedeninu önemli oranda yorup, süreç içerisinde akciğer bulaşmalarına yakalanma riski olan bireylerde askorbik asit tüketiminden sonra bu risk ortadan kalkabilmektedir.

Daha Fazla Oku

Sarı Nokta Hastalığı

Sarı nokta hastalığı nedir?

Tıp dünyasında ismi “uyguna denesilu” olarak geçen sarı nokta hastalığı; gözdeki merkezi görme sistemi olan uyguna adlı bölgenin yapısal sorunluluk yaşayarak yerine getirmesi gereken işlevlerini kaybetmesinden dolayı ortaya çıkan bir hastalıktır.

Göz yapısında uyguna, retinaya bağlı bir tabaka olarak dış kaynaklı göze gelen ışıklara karşı gözün duyarlı olmasını sağlayan görme hücrelerinin en çok sayıda bulundukları yerdir. Aynı biçimde ayrıntı görüşleri de uyguna vasıtası ile sağlanır. Boyut olarak retinada çok ufak bir kısım kaplasa da yapı olarak retina tabakasından çok daha titiz bir bölgedir.

Örnek verecek olursak dikiş yapmak için ipliği iğnenin deliğinden geçirme, sokaklardaki uzak veya yakındaki ufak tabela yazılarını okuyabilme veya küçük yazılmış yazıları okuyabilme kabiliyeti uygunanın sağlıklı bir biçimde çalışmasına bağlıdır. Yani retinanın “periferik retina” olarak adlandırılan çevresel genel yapısı herhangi bir yerde yanınızda oturmakta olan bir bireyin genel hatlarını görmenizi sağlamaktayken uyguna aynı kişinin yüzündeki ayrıntıları daha net seçebilmenizi sağlar.

Makula denesilu genel olarak bakıldığında ileri yaşlarda oluşan görme fonksiyonu sorunluluklarından biridir. Bu yüzden hastalığın adı çoğu kez “yaşa bağlı uyguna denesilu”(kısaltma olarak “YBMD” olarak kullanılır) şeklinde de geçebilmektedir.

Makulanın gözde bulunduğu alanda daha birçok hastalık türü gelişebilmekte yalnız en sıklıkla sarı nokta hastalığı ortaya çıkmaktadır. Yaşa bağlı bir hastalık olarak oluştuğu için bu kadar yaygın ve ortaya çıkabilir durumda olması insanın yaşlanma doğası gereği olmasından normal karşılanmaktadır.

Sarı nokta hastalığı belirtileri

Gözümüzdeki retina tabakasında bulunan 10 farklı retina katmanı, görme dahenkuzun kusursuz olarak yerine getirilmesini sağlamaktadır. Ancak bazı zararlı toksitler ve yaşın ilerlemesi nedeniyle “RPE” adı verilen retina pigment epitelinde ufak sarı noktacıklar meydana gelmektedir. Bu sarı noktacıkların da ismi “druzen”dir.

Sarı noktacıkların göz yapısında oluşmasından sonra kaçınılmaz olarak sarı nokta hastalığı meydana gelmektedir. Bu hastalığın en belirgin özelliği görme esnasında görüntünün bulanıklaşması, görüntünün merkezinde kırılma ve eğilmelerin yaşanması ve kısmi görme kaybı meydana gelmesidir.

Periferik dediğimiz genel görüntüde çok fazla problem yaşanmaz. Örnek verecek olursak sarı nokta hastalığına sahip olan kişiler duvarda duran saate baktıklarında saatin biçim olarak genel hatlarını seçebilmekte yalnız akrep ve yelkovanın tam anlamıyla saat kaçı gösterdiği ayrıntıını seçememektedirler.

Sarı nokta hastalığına yakalanan kişi katiyen tam anlamıyla bir körlük yaşamamaktadır. Sadece sarı nokta hastalığının yanısıra bir de katarakt vb. sorunler varsa görme titiziyeti daha da düşer yalnız bu tip hastalıklar yoksa da hasta normal bakış açısıyla cisimleri seçmeye devam edebilmektedir.

Tabi bu süreçler herşeyin çok rahat görülebildiği süreçler olmamaktadır. Bireyler çoğunlukla günlük yaşantılarında yaptıkları gazete okuma, televizyon izleme, saate bakma, yemek yeme vb. alışkanlıklarında görme sorunsı çektikleri için sorunler yaşamak halinde kalmaktadırlar.

Hastalığın en ürkütücü yönü çoğu kez belirti göstermeden oluşup ilerlemeye devam etmesidir. Çoğu kişinin ilk önce tek gözünde oluşan sarı nokta hastalığı, daha sonra rahatça diğer gözüne de yayılabilmektedir. Bu yüzden bilhassa 50 yaşını geçmiş kişilerin kesinlikle göz muayenelerini sık sık yaptırmayı ihmal etmemesi gereklidir.

Sarı nokta hastalığı türleri

Sarı nokta hastalığı kendi içerisinde iki farklı türe ayrılmaktadır. Bu türler kuru tip sarı nokta hastalığı ve yaş tipinde sarı nokta hastalığıdır. Hastalığın oluşma yüzdesine bakıldığında yüzde onluk bir kısmın yaş tip uyguna denesiluna yakalandığı, yüzde doksanlık kısmın da kuru tip uyguna denesiluna yakalandığı görülmektedir.

Yaş tip uyguna denesiluna yakalanan kişilerde ilk olarak retinanın bulunduğu tabakanın alt kısmında bir damar yumağı oluşmaktadır. Bu damar yumağı da retinanın daha da iç kısımlarına ilerleyerek ağ tabakasında doku kalınlaşmasının oluşmasına, ödem yapmasına ve bunun yanında kanamaların meydana gelmesine neden olmaktadır.

Kuru tip uyguna denesilu olan kişilerde ise drusen adlı atıklar yani sarı birikintiler oluşmaktadır. Bununla beraber görme düzeyinde kısmi azalmalar meydana gelse de hiç bir zaman körlük seviyesine gelinmemektedir. Ancak kuru tip uyguna denesilu kontrol altına alınmadığı sürece yaş tipe de çevrilebileceğinden kesinlikle hastalığı kontrol altında tutmak gerekmektedir.

Sarı nokta hastalığı tedavisi

Yaş tip uyguna denesilu tedavisi : Hastalığın bu tipinde gözün içerisine bir takım iğne enjekteleri ve lazer ışığı tedavisi uygulanır. Hasta bu süreçlerde acı hissetmez zira göz iğneden önce uyuşturucu bir damlayla uyuşturulur. Bu tedaviye benzer bir tedavi “fotohareketli tedavisi”dir.

Bu aşamada ışık gördüğü anda aktive olan bir ilacın göz damarının içerisine verilmesidir. Genel yapı itibariyle yaş tip hastalarla meydana gelen görme sorunlulukları geri döndürülemediği için en azından hastalığın daha da ilerlemesi engellenmiş olur.

Kuru tip uyguna denesilu tedavisi : Hastalık daha kuru tip aşamasındaysa hemen ilerlemeyi durdurmak adına hekiminuzun önereceği mineral ve vitamin etkili antioksidan ilaçlardan kullanıp mümkün olduğunca kontrollere gitmeniz tavsiyelmektedir.

Daha Fazla Oku

Çene Ağrısı Neden Olur ?

Çene ağrısı nedir?

Gün içinde çenenizi hareket ettirdiğiniz andan itibaren kulağınıza “klik” biçiminde bir ses geliyor veya bir ağrı oluşmaya başlıyorsa, bu çenenizde ciddi bir sorun olduğunu göstermiştir. Çünkü çenenizi oynatmanıza yarayan eklemlerde meydana gelen hastalıklar; eklemlerin gıcırdamasına, çenede ağrı durumunun meydana gelmesine, ağzın istenilen düzeyde açılamamasına ve çiğneme prosedürlerinde sorunluluklar yaşanmasına neden olmaktadır.

Çenedeki eklem yapısı tıp dilinde “tempRomandibüler eklem” olarak adlandırılmakta ve oluşum yapısı disk, kas, kemik ve liflerin birleşimiyle anlatılmaktadır. Bu ortak yapıda herhangi bir sorunluluk meydana geldiğinde otomatikman dğer yapılar da bu bozulmadan etkilenebileceği için çene eklemi sorunlulukları ciddiye alınması gereken bir rahatsızlık olarak göze çarpmaktadır.

Özellikle ağız bölgesindeki diş yapısının ekleme çok yakın olması ve bunun yanı sıra boyun kısmında omurga yapısına yakın olması nedeniyle, bu bölgelerde yaşanacak rahatsızlıklar otomatikman çene eklemini de etkilemekte ve sorun yaratabilmektedir.

Günlük olarak sağlıklı bir çene eklemi 2000 kez hareket edebilmektedir. Konuşma, yemek yeme, yutma, esneme, soluk alıp verme vb. hareketler çene eklemi vasıtası ile yapılabilmektedir. Aynı biçimde bu hareketlerin yapılışı esnasında hareket eden alt çene, çene kkatiyenrının ve boyun kkatiyenrının ortak biçimde hareket etmesiyle beraber oynayabilmektedir. Bu düzende meydana gelebilecek en küçük bir hasar veya değişiklik, kesinlikle çene ekleminde bir hasar yaratmış olacak veya yaratacak olmaktadır.

Çene ağrısı yaşandığında neler oluşur?

Çene ekleminde bir rahatsızlık meydana gelip çene ağrısı yaşandığında, çene yapısı bir an yerinden fırlayacakmış gibi bir biçim veya kitlenecekmiş gibi bir biçim almaktadır. İleri düzeyde rahatsızlıklarda çene eklemi yerinden oynadığı için çene kitlenir ve kişi çenesini hareket ettiremediği için konuşamaz.

Hatta esasen çenede hali hazırda bir rahatsızlık bulunuyorsa, bu kendini çok net bir biçimde konuşurken, yemek yerken, ağız kapalı olmasına rağmen uzanırken vb. durumlarda dahi belli etmektedir. Oluşan ağrı bundan dolayı ağzın açılma genişliği küçülür, ağız kıpırdattırıldıkça çene bölgesinden ses gelir.

Çene ağrısının yaşanmasına neden olan çene ekleminde meydana gelen ani fonksiyon sorunluluklarında; örnek olarak çene ekleminin aniden yerinden oynayıp çıkmasıyla beraber kişi netlikle ağzını kendi çabasıyla kapatamaz ve hem ağrılı bir süreç geçirdiği gibi hem ağzı olduğu gibi açık kalır. Öyle bir durumda kesinlikle bir diş doktorune acilen gidilip çenenin yerine oturtturulması gerekir.

Bu süreçten sonra da kişi aynı biçimde büyün ağız hareketlerine dikkat etmeli, ağzını çok açacağı (esnemek gibi) durumlardan fedakarlık edip artık ağzını daha az açmalı, yeme içme hususlarında yavaş bir biçimde hareket edip yavaş çiğnemeli veya çeneyi sürekli hareket ettirecek sakız çiğneme prosedürlerinden kaçınmalıdır.

Çene ağrısı nedenleri

Çene kanseri : Kanserli yapıdaki hücreler alt çenede ve üst çenede oluşmaya başlayıp bütün vücudu etkisi altına alabilmektedir. Çenede yaraların çıkması, yumruların oluşması, uyuşmaların yaşanması ve doğal olarak çene ağrısının meydana gelmesi çene kanserinin belirtilerindendir.

Kalp krizi : Kalbin kendi yapısında acı hissedilebilecek herhangi bir reseptör bulunmadığından bir kalp krizi anında kalp kendine yakın olan diğer bölgelere acı sinyalleri göndermektedir. Bu bölgeler de genellikle çene bölgesi ve sol kol olmaktadır. Bu yüzden kalp krizi geçirildiği zaman çenenin sol bölgesinde ağrı hissedilebilmektedir.

Tetanoz : Vücutta tetanoz bakterisinin bulunması, çenenin kitlenmesine neden olabileceğinden çene ağrılarına da neden olabilir. Bu tip durumlarda çene kasıldığından dolayı hem yutkunmak hem de ağzı açmak ağrılı bir süreç halindedır.

Çene eklemi disfonksiyonu : Çene eklemi denilen kısım, alt çenenizin kafatasınıza bağlandığı bölgedir. Üst çenenin hareketsiz kalmasının yanısıra alt çenenin istenilen yapıda hareket edebilmesinin sağlanması çene eklemi vasıtası iledir. Ancak çene ekleminde de meydana gelebilecek bir hasar, çene eklemi disfonksiyonu denilen durumu yaratmaktadır. Bu durumun meydana gelebilmesi için de 3 farklı koşul bulunmaktadır;

Miyokasfal ağrı sendromu : Çene bölgesindeki herhangi bir kasın veya kkatiyenrın sürekli olarak kasılmasıyla beraber ortaya çıkmaktadır.

Diş sıkma / gıcırdatma : Stres sahibi ve sinirli yapıdaki insanlarda görülen diş sıkma olayı, uyku süresince uzun saatlere yayıldığından ve kişiler uyudukları esnada dişlerini gıcırdattıklarının bilincinde olmadığından uzun süre sonra etkileri belli olmaktadır. Sabah uyandıklarında çene yapılarında ağrı hissetmeleri de bu yüzden olabilmektedir.

Diş yapısının kapanışında sorunluluk : Dişleri yamuk yapıda ve orantısız biçimde ağzında bulunan kişilerde görülen ağrılanma, genellikle bir şey çiğnenirken veya bir şey konuşurken ortaya çıkmaktadır.

Çene ağrısı tedavisi

Çene ağrısı tedavilerinde hekim ve hastanın beraber yürüttükleri süreçlerde, hastanın durumunun kritikliğine göre tercih edebilecek birçok tedavi tekniği vardır. Kısaca bu tedavi teknikleri ve yapılacaklar ise şöyledir;

Fizik tedavi : Ağız açıklığının sağlanabilmesi ve çene kkatiyenrının gevşetilebilmesi adına ağrıyı da kontrol altına almak amaçlı yapılan tedavi biçimidir.

Psikoterapi : Çene ağrısına neden olan psikolojik etmenler varsa ortadan kaldırılmaktadır.

Ev egzersizi : Hastaya çene ağrısı için evde yapması gereken kolay egzersizler ve bunun haricinde günlük hayatında da dikkat etmesi gerekli olanlar öğretilir.

İlaç tedavisi : Diş doktorlerinin tavsiyesi dahilinde kullanılacak ağrı kesiciler, antidepresanlar ve kas gevşeticiler bu tedavi türüne örnek teşkil etmektedir.

Splint : Ağızın kasılmasını önleyici bir aparat olan splintler, gece ahenkadan önce alt çeneye takılarak sabaha kadar çenenin kasılmasını ve diş gıcırdatmayı engellemeye yardımcı olmaktadır.

Manipülasyon : Eklem diskinin oynamasıyla beraber meydana gelen çene kitlenmelerinin açılabilmesinde veya kasılmış yapıdaki kkatiyenrın gevşetilmesi amacıyla uygulanmaktadır.

Daha Fazla Oku

Magnezyum İçeren Yiyecekler

Magnezyum nedir?

İnsan metabolizmasında  üç yüzden çok kimyasal tepkida kullanılan magnezyum minerali, sağlıklı bir vücut için olmazsa olmaz unsurlarden biridir.  Vücudumuzda en sıklıkla bulunan minerallerden biri olan magnezyum, ihtiyaç sıralamasında 4. sırada yer alır.

İnsan bedenine alınan magnezyum mineralinin yüzde ellilik bir kısmı iskeletimizdeki çeşitli kemiklerimizde depolanırken, geriye kalan organ hücrelerinde ve doku hücrelerinde barınmaktadır.

Aynı biçimde kan yapısının da sağlıklı bir biçimde olmasını sağlayan magnezyum minerali, kan için bu kadar yararlı olmasının yanısıra enteresan bir biçimde kanın yapısında yalnızca yüzde birlik bir oranda bulunmasından dolayı muazzam olmaktadır.



Kemik yapısında ve kas yapısında bol miktarda bulunan magnezyumun en kritik noktası, metabolizmada üretilebilecek bir mineral olmamasıdır. Bu nedenle kesinlikle dış kaynaklardan beslenme yoluyla vücuda sokulması gereklidir.

Magnezyumun yararları nelerdir?

Magnezyumun vücuttaki en önemli yararı ve görevi, kemik sağlığını ve kemik gelişimini sağlayıp korumasıdır. Magnezyum, kemik yapısındayken iki farklı çeşitte kullanılmaktadır. İlkinde, kemiklerin fizyolojik olarak olması gereken yapıda olabilmesini sağlamak adına kemiklerin inşa edilmesinde kullanılır.

İkincisinde de kemiklerin fizyolojik yapısını ilgilendirmeyen yalnız kemiklerin dış yüzeyinde bulundurulup herhangi bir magnezyum minerali eksikliği halinde kullanılan magnezyum deposudur.



Vücuda alınan magnezyum, çoğu zaman metabolizmada kalsiyum mineraliyle de beraber çalışarak birden fazlaki enzimin üretilmesine katkı sağlayan bir maddedir. Bu nedenle de kesinlikle ve kesinlikle her daim magnezyum içeren besinlerin tüketilip bedenin magnezyum ihtiyacının giderilmesi gereklidir.

İnsan bedenine sağladığı faydalar bakımından magnezyum, önemli bir kas gevşetici ve sinir yatıştırıcıdır. Bunun dışında yüksek dşayetlerdeki kan basıncının düşürülmesi, kan şekerindeki dengesizliklerinin giderilmesi, çarpıntı probleminun giderilmesi, istenmeyen baş ağrılarından kurtulunması, kas zayıflıklarının ve bu zayıflıklardan dolayı oluşan kasılmaların engellenmesi gibi daha birçok faydası bulunmaktadır.

Vücutta yaşanacak magnezyum eksikliği belirtileri halinde; kkatiyenrda zayıflama, ağrıların yaşanması, kemik yapısının güçsüzleşmesi, diş yapısının güçsüzleşmesi, iştah kaybı yaşanması, depresyon belirtilerinin başlaması ve kusma sorunlarınin yaşanması gibi durumlar ortaya çıkabilmektedir.

Bu yüzden kesinlikle magnezyum bakımından zengin besinlerle beslenmek ihmal edilmemeli ve bedenin günlük olarak ihtiyaç duyduğu magnezyum miktarının bünyede karşılanması gereklidir.

Eğer bir birey bedeninin günlük miktarda ihtiyaç duyduğu magnezyumu eksik bırakmadan tüketiyorsa, o kişinin diğer kişilere nazaran kalp krizi riski, diyabet hastalığı riski, epilepsi hastalığı riski, hipertansiyon hastalığı riski veya süreğen yorgunluk yaşama riski daha az oranlardadır.

Magnezyum içeren yiyecekler nelerdir?

Kakao : İçeriğinde bol miktarda kakao ve az miktarda şeker bulunan çikolatalar, magnezyum açısından zengin besinler arasındadır. Bu tip çikolatalara reyonlarda bulunan bitter çikolatalar örneğin gösterilebilmektedir. Siyah çikolataların yüz gramı günlük olarak ihtiyacımız olan magnezyum miktarının yüzde ellisinden çoksını karşılayabilecek içeriğe sahiptirler.

Ancak bu noktada da her gün bu miktarda bitter çikolata yenmesi, kalori açısından aşırılık içereceğinden kilo alımı söz konusu olabilmekte bu yüzden bu tip tüketimlerin haftada 2 veya 3’ü geçmeyecek biçimde yapılması gereklidir.

Bir çikolatanın içerisinde ne oranda magnezyum olduğunu, paketlenmiş durumdaki çikolataların içindekiler kısmına bakarak öğrenebilmek mümkün olabilir. Yararlı olması için bünyesinde yüzde yetmişle yüzde seksen beş arasında kakao olması gereklidir.

Kepek : Yulaf kepeği, buğday kepeği ve pirinç kepeği gibi ürünler magnezyum minerali açısından son derece zengin ürünlerdir. Örnek verecek olursak yüz gram miktarındaki ham yapıdaki pirinç kepeğinin içerisinde 781 gram magnezyum bulunmaktadır.

Bu dşayetler vücudumuzun günlük olarak ihtiyaç duyduğu dşayetlerin aşağı yukarı olarak iki katıdır. Bunun dışında yüz gram miktarında bulunan buğday kepeğinde ise aşağı yukarı olarak 611 miligram magnezyum minerali bulunmaktadır. Buğday kepeğindeki bu dşayetler ise günlük ihtiyacımızın yüzde yüz ellisini karşılayabilmektedir.

Tahini, keten tohumu ve susam : Hem damar sağlığı hem de kalp sağlığı için son derece fonksiyonel olan yağ asitlerini içeren susam ve keten tohumu, bunun yanı sıra da çok iyi bir magnezyum kaynağı olmaktadırlar. Örnek olarak bir çorba kaşığı keten tohumunda bedenin günlük ihtiyacının yüzde onunu karşılayacak içerik bulunmaktadır. Aynı oranlardaki susamda ise yüzde sekiz, tahini baz alırsak yüzde on dört oranında magnezyum içeriği bulunmaktadır.

Çekirdekler : Hem kabak çekirdeğinde hem de ay çekirdeğinde bol miktarda magnezyum minerali bulunmaktadır. Kavrulmuş kabak çekirdeğinin yapısında yüz gramlık miktarında aşağı yukarı 515 miligram magnezyum içeriği bulunmaktadır ve bu içerik günlük olarak ihtiyacımız olan magnezyumun tamamını karşılamaya yetmektedir.

Yeşil fasulye: Haşlanmış fasulyenin yüz gramlık bir oranında günlük magnezyum ihtiyacının anca yüzde beşlik bir kısmı karşılanmaktadır. Magnezyum içeriğinin yanısıra bunun yanı sıra K vitamini, A vitamini, demir içeriği, manganez içeriği ve kalsiyum içeriği de barındırmaktadır.

Baharatlar : Doğada bulunan birçok baharatta birçok çeşit mineral ve vitamin de bulunmaktadır. Fesleğen, nane, geyik otu ve adaçayı gibi ürünler bol miktarda magnezyum içeriği bulundurmaktadırlar. Örneğin; bir çorba kaşığı miktarındaki kurutulmuş kişnişte günlük olarak magnezyum ihtiyacının yüzde üçünü karşılamak mümkün olmaktadır.

Düşük Yağlı Süt: 100 gram süt yalşaşık olarak 19 mg magnzeyum içerir. Bunun yanısıra kalsiyum mineralind eolduğu gibi magnezyum açısından diğer süt ürünleride yoğun miktarda bulunmaktadır.

Balık : Yoğun miktarda magnezyum içeren ürünlerin arasında bulunan balıklarda bilhassa uskumru türünde yoğun miktarda magnezyum bulunmaktadır. Yüz gramlık bir uskumru balığında 97 miligram magnezyum barınmaktadır. Bunun dışında tuna balığının ve kalkan balığının da yüzde on dördü magnezyumdur.

Ispanak : Yeşil yapraklı sebzelerin içerisinde magnezyum açısından en zengin olan ürünlerden bir tanesi de ıspanaktır. Ispanakta aşağı yukarı olarak 79 miligramlık magnezyum bulunur. Magnezyum ve kalsiyum açısından çok zengin olan ıspanak, diğer birçok vitamin ve minerali de içeriğinde barındırmaktadır.



Avokado : Örnek verecek olursak 100 gram miktarındaki avokadoda aşağı yukarı miktarda 29 miligram magnezyum içeriği bulunmaktadır.

Kaju ve badem : 100 gram gramajındaki badem ürününde, bedenin günlük olarak magnezyum ihtiyacının yüzde yetmiş çiftk bir kısmını karşılayabilmektedir. Aynı zamanda kaju fıstığına da bakarsak günlük ihtiyacın yüzde seksen sekizini karşılayabildiği görülmüştür.

Daha Fazla Oku

Uykusuzluğa Ne İyi Gelir ?

Uykusuzluğa ne iyi gelir?

Bir bireyin uykuya karşı talebi ve çabası olmasına karşın bir türlü uyuyamaması durumuna uykusuzluk ismi verilmektedir. Her gece ertesi güne daha zinde ve zihinsel şeklinde de uyanabilmemiz için gerekli olan temel ihtiyaç iyi ve sağlıklı bir uyku sürecidir.

Eğer bu süreç sürekli aksaklıklara uğrarsa ve vücut ihtiyaç duyduğu uykuyu uyuyamazsa, ertesi gün oldukça halsiz, yorgun ve kafa şeklinde de dikkat dağınıklığı ve beyin uyuşukluğuyla geçer. Böylelikle kişilerin günlük olarak iş yerlerinde gösterdikleri performansları, okulda derslerde gösterdikleri performansları ve günlük olarak yaptıkları işlerdeki performansları otomatikman zayıflamaktadır. Enerji seviyesinin düşüklüğü ve konsantrasyon sorunlarıyle beraber uykusuz bir gün geçirmek bireyler için bir çeşit işkenceye dönüşmektedir.

Yetişkin bir insanın bedeninin ihtiyacı olan uyku süresi 7-8 saat arasında değişiklik göstermektedir. Bu süreçlerde vücut kendini ertesi güne tam anlamıyla hazırlayabilmektedir. Bu süreçlerin altında kalan uyku saatleri, az önce anlattığımız durumlara neden olup birey için son derece zorlayıcı saatlerin yaşanmasına yol açmaktadır.



Uykusuzlukta en fazla yanlış yapılan nokta, bireyin kendi uykusuzluk probleminun isimlendirmesini kendisinin yapmasıyla beraber her gün “nasıl olsa uyuyamayacağım” diye uyku saatlerine hiç özveri göstermemesidir.

Ancak bilindiği gibi bazı uyku sorunları psikolojik unsurlardan veya süreğen unsurlardan kaynaklansa da, bazıları kısa süreli uyku dengesi bozulmalarıdır. 3-4 günlük süren süreçlerin sonrasında bedenin kendini iyice halsiz hissettiği bir noktada saati daha çok geç vakitlere bırakmadan yatağa girildiğinde uyunabilmesi çok muhtemel bir olasılıkdir. Bu nedenlerden kaynaklı ani ortaya çıkan uykusuzluk sorunlarınde kesinlikle sabırla her gün normal saatlerde ahenkaya çalışılması faydalı olmaktadır.

Bu denediğiniz çareler de hiç bir işe yaramıyorsa ve gerçekten uzun sürelerden beri uykusuzluk soruni çekiyorsanız, bu durum uyku sorununizin süreğenleştiği ve en hızlıca hekime danışmanız gerektiği anlamına gelmektedir. Bu tip uykusuzluk sorunlarınde  kesinlikle bir hekim denetimine gidilmesinin nedeni süreğenleşen uykusuzluk sorunlarınin akciğer hastalıklarının, kalp hastalıklarının, depresyon hastalıklarının veya diyabet hastalığının habercisi olabilmektedir.

Kontrollük bir durumunuz varsa ve hekime göründüyseniz, veya daha hafif uykusuzluklar çekip bir an önce çözüme ulaşmak istiyorsanız, uykusuzluğa iyi gelen bitki kürlerini veya daha ağır derecedeki uykusuzluk sorunlarıni uyku hapı kullanarak halledebilmeniz mümkün olabilir. Ancak hekimların zorunlu tutmadığı süreçlerde uyku hapı kullanmak çoğu insan için sağlıklı bir durum olarak gözükmemektedir.

Çünkü uyku hapları genel içerikleri nedeniyle bünyede bağımlılık yaratabilecek ilaçlardır ve bunun yanında uzun süreli kullanımlarda uyku düzenini daha beter bozabilecek kimyasallar içerebilmektedirler. Ancak az önce de değindiğimiz gibi şayet bir uzman doktorun tavsiye ettiği bir uyku hapı varsa o kesinlikle kullanılmalıdır zira doktoruniz bu ilaçların bünyesinde size zarar verip vermeyecek içerikleri bilmektedir.

Bu tip süreçlerde en sağlıklı olan ise doğa kaynaklı ürünleri uyku getirici birer unsur olarak kullanmaktır. Çoğu bitki çayı kişiler için daha doğal ve daha rahat bir uykuya dalış süreci yaşattığı için birçok bitkiden bitki çayı yapılarak uykusuzluğa çare olarak kullanabilmek mümkündür.

Uykusuzluğa iyi gelecek ürünler

Kedi otu çayı : Kedi otundan yapılan çaylar özel olarak kaygı problemlerindan, adet sancısı problemlerindan, sindirim problemlerindan ve çeşitli kramplar  sebebiyle oluşan uykusuzluklar için birebir bir üründür.

Çünkü kedi otu içeriği vasıtası ile hem adet sancılarını giderir, hem sindirim sisteminin daha basit ve daha aktif çalışmasını sağlar, hem de kkatiyenrda kaşanan kramp problemlerinın önüne geçer. Böylelikle de bu nedenlerden kaynaklı uykusuz kalındığı takdirde kedi otu çayı tüketilmesi bu tip rahatsızlıkların önüne geçip rahat bir uyku süreci geçirilmesine yardımcı olmaktadır.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, diğer bitki çaylarında olduğu gibi kedi otu çayında da metabolizmada merkezi sinir sistemine müdahalede bulunabildiği için aşırı tüketiminden kaçınılmalıdır. Çünkü uyku getirici etki yaratmak isterken aşırı kullanımı sonrası vücutta heyecan da yaratabilmektedir.

Papatya çayı : Uykusuzluk denince akıllara ilk gelen takviye doğal ürünlerden birisi papatya çayıdır. Papatya çayı hafif derecedeki uyku sorunlarıne birebir çözüm olabildiği gibi bunun yanı sıra vücutta hazım sürecini de basitlaştırarak, ağrı durumlarını sonlandırarak, kas kasılmalarını geçirerek ve antiseptik etki göstererek de uyku sürecine çok daha rahat geçilmesini sağlayabilmektedir. Papatya çayının hazırlanışında isteğe göre içerisine papatya çayıyla aynı miktarda şerbetçi otu bitkisiyle karıştırılabilmektedir.
Şerbetçi otu çayı : Bu bitki, asıl olarak bir alkol türü olan bira yapımında kullanılan ana malzemelerden biri olma özelliğini taşımaktadır. Ancak ahenkadan önce alkol içilmesi netlikle daha da fazla uykusuzluk durumu yaratabileceğinden bira içilmesi yerine şerbetçi otu bitkisi içilmesi tavsiyelmektedir. Bu bitkinin çay biçiminde içilmesi esnasında tadının acılığından kaynaklı tüketemeyen birçok birey olmasından buna da çözüm olarak içerisine kendisiyle eşit miktarda papatya çayı veya melisa çayı eklemek etkili bir tat değişikliğine neden olup içimini basitlaştıracaktır.

Sarı kantaron çayı : Bitkiler arasında yapılan araştırmalar neticesinde sarı kantaron bitkisinin uykusuzluk problemina en fazla yardım eden bitkilerden biri olduğu keşfedilmiştir. Kaygı durumları, hafif seviyelerdeki depresyon başlangıçları ve en önemlisi uyku sorunlulukları için birebir çözüm olan bu bitkinin çayı, yarattığı etkiyi bünyesinde bulunan “hiperisin” adlı maddenin yatıştırıcı etkisinden almaktadır.

Lavanta bitkisi : Lavanta çay olarak değil de genel olarak kokusundan faydalanılan bir bitki türüdür. Lavantanın kendine has kokusu, bedeninuzdaki uyanık kalmanıza neden olan gerilim hormonlarını ve kaygı durumlarını yok ederek çok daha rahat bir biçimde uyku sürecine geçmenize katkıda bulunur.

Ayrıca bu bitkinin kokusu, beyindeki alfa dalgalarını harekete geçirerek rahatlamanıza neden olur ve ahenkanız çok daha basit hale gelecektir. İsterseniz bu bitkinin kokusundan, dilerseniz aktarlarda satılan lavanta yağından satın alıp duş yaparken kendisinden yararlanabilirsiniz.

Melisa otu : “Oğul otu” şeklinde de adlandırılan bu bitkinin uyku probleminu çözüme ulaştırmak için hazırlanan çok kolay bir tarifi vardır. İki bardak miktarındaki kaynamış suya bir çay kaşığı miktarındaki melisa otu eklendikten sonra demlenmesi için dinlendirilir ve hazırlanan çay soğuk bir biçimde içilir. böylece uykusuz kaldığınız gecelerde içtiğiniz bu çay vasıtası ile çok daha basit uykuya dalmanız mümkün olacaktır.

Daha Fazla Oku